Kubrick’in sizin için bugün taşıdığı önemi kazanması sürecinden bahseder misiniz?


 

 

Ben onu programda da söylemiştim, çocukken seyrettiğim iki yönetmen hani biri Kubrick öbürü Hitchcock, o zaman bile “Ha burada başka bir şey var.” demiştim. Yani şöyle sanıyor insanlar “Adama bak işte o yaşta seyretmiş de hemen anlamış.” öyle değil yani. Şunu demek istiyorum: Bir çocuğun bile anlayabileceği bir şey aslında büyüklük. Filmin konusu ile bilmem ne ile hiçbir alakası yok aslında. Çünkü bir sürü film var. Bir tanesi veya iki tanesi veya şu ya da bu film bakıyorsun ha bu değişik diyorsun. Ama Lanthimos’taki değişiklik gibi değil. Hep Lanthimos üzerinden gittik ama örnek olduğu için söylüyorum. Tabii o da değişik, yani Lobster değişik bir film. Öbür yaptığı film değişik bir film ama Kubrick’teki değişiklik veya Hitchcock’taki değişiklik, değişiklik olsun diye yapılmış şeyler değildi, yani sansasyonel şeyler değildi ya da bana öyle geliyor, ben öyle yorumluyorum.

 

Deminki yerden devam edersem aslında sinemanın en büyük sorunlarından biri zaten bu ayrım. Yani olabildiğince çok insanın ilgisini çekmek veya çok yüksek sanat olup olabildiğince az insanın ilgisini çekmek. Şimdi olabildiğince çok insanın ilgisini çektiğiniz zaman kitsch‘e dönüşüyorsunuz. Yani en ucuz şeyleri, en kötü duygu sömürülerini, en basit hikayeleri kullanmak zorunda kalıyorsunuz. Olabildiğince az insanın ilgisini çekmek için de olabildiğince soyutlaştırıp, işte katarsisten arındırıp, yabancılaştırıp Brecht gibi -sinemanın başına büyük bir beladır o- tersine gidiyorsunuz.

 

Şimdi şu ilginç, Kubrick kesinlikle seyirciyi önemsiyordu aslında. Yani filmlerinin yapılış süreçlerine baktığınız zaman filmlerinin başarılı olmasını istiyor, iyi olmasını istiyor yani bir festival sinemacısı değil asla. Ticari form için de üretiyor. Yani o Shining, Stephen King’in eseri… Bugün için düşünülemez bile böyle bir şey yani; siz Stephen King’in bir eserini alacaksınız, çekeceksiniz ve Cannes’da ödül alacaksınız diye bir şey… Yani onun bir sanat filmi olabileceği ve sanat seviyesine çıkabileceği düşünülemez, yok öyle bir şey. Çünkü çıktığınız materyal çok önemli. Halbuki buradaki durum şu Arthur C. Clarke’ın eserini alıyor, onu sinema tarihinin en önemli işlerinden birine dönüştürüyor. Bu da bize şunu gösteriyor gerçi Arthur C. Clarke’ınki ağır bir romandır yani öbürü gibi değildir ama aslında materyalin çok bir önemi yok. Yani herhangi bir şey de filme dönüştürülebilir. Burada benim yıllardır ısrarla söylediğim cümleye aslında geliyoruz, “Taşıyıcı ortamın kendisi mesajdır.” derken bu aslında ben onu onlarca, yüzlerce kere söyledim ama hâlâ anlaşıldığından emin değilim. Siz YouTube için röportaj çekiyorsanız aslında bu yaptığınız doğru değil. Çünkü orası sinema salonu değil veya orası terapi odası değil.

 

Tabii yapabilirsiniz çünkü YouTube çok geniş. Bazı insanlar da YouTube’u nasıl tüketiyorlar buna bakmak lazım. Yani YouTube eğer ben evimde oturup işte kahvemi içerken dikkatli bir şekilde mi izliyorum yoksa telefonda vıt vıt vıt vıt diye geçiyor muyum? Şimdi biliyoruz ki geçiliyor yani çok büyük oranda. Zaten o 2001 doğumlu sevgili arkadaşım Ali de o yüzden sinema çok yavaş diyor. Bu yeni medium böyle. Kubrick mesela o şey lafı çok önemlidir, “Edebiyata değil müziğe ve resme bakın.” diyor. Bu belki de söylediği en önemli sözlerden biri çünkü bu medium görsel bir medium. Yani sinema dediğimiz şey görsel, işitsel aynı derecede bir medium. Ne yapıyor? Herhangi bir materyali, ne alırsa alsın, onu alıp sadece bir filmle ifade edilebilecek bir yapıya dönüştürüyor yani deneyimlenecek bir şey.

 

Yine ta en başa döneceğim. Yani sinema salonuna gidiyorsanız… Siz ne için sinema salonuna gidiyorsunuz? Mesela yüksek sesle dinlemek için, çok büyük perdede görmek için, insanlarla birlikte izlemek için, karanlıkta izlemek için. Mesela bu saydığım 4 şey esastır aslında, yani bir şeyin sinema eseri olması için bu 4 esası dikkate alıyor olması lazım. Tekrar edelim, yüksek ses yani bu çok önemli. Çünkü ancak yüksek seste bazı sesleri duyabilirsiniz. Büyük görüntü, yani dev perdede izlemek. Bu da başka bir şey yani izlediğiniz şeyin büyüklüğü sizin algınızı da değiştirir. Bana 8 metrelik perdede bakmak, benim görüntüme, telefon ekranında bakmakla aynı şey değildir. Ha verdiğim örnekte bir şey olmaz tabii bana büyük ekranda da baksan. Ama yine de ben daha büyürüm orada anlatabildim mi? “Larger than life” diye bir laf var yani birden hayattan daha büyük hale gelirim. İnsanlarla birlikte izlemek farklıdır.

 

Mesela kurgu yapan genç arkadaşlara onu öneriyorum, başkalarıyla seyredin denemek için. Başkalarıyla seyrederken daha uzun gelir. Neden? Çünkü görüyorsunuz verdikleri tepkiyi yani. Demin dedim ya Olmaz Öyle Saçma Şey’in gerçek şovunda, canlı şovunda onu çok fark ediyorsunuz. Yani sahnedeki insan seyircilerin bütün tepkilerini görüyor anında, budala değilse. Yani insanlar hemen çok küçük “Üff”, “Hmm” Yani anlıyorsun tepkilerden, tamam mı? Belki düzeltmelere gitmen gerekiyor yani hemen şovu değiştirmen gerekiyor, canlı şov için konuşuyorum. Sinema da öyle yani. Bir sürü insan bunu seyredecek. Her yaş grubundan, her sosyal sınıftan, her zeka seviyesinden, her kültür seviyesinden değişik değişik tipler seyredecek bunu. Bunu optimize etmen lazım. Yani “Sadece, efendim, Cannes’daki insanlar seyretsin.” diye yapamazsın.

 

Son olarak da ne demiştik? Karanlıkta olması. Yani aslında rüya gibi bir şey ya bu, rüya gibi, rüyanın bir taklidi. Hatta Walter Murch onu diyordu hani çocuklar filmden korkunca “Ya film oğlum o gerçek değil.” derler ya… Aslında aynı laf rüya için de söylenir. “Korkma ya rüya.”, “Rüya işte boşver.” denir ya böyle rüya gibi bir şey. Karanlık ortamda seyredilmesi lazım. Şimdi bu dördünü dikkate alarak dördünün de olmazsa olmayacağı bir ürün yaratıyorsan işte buna film deniyor.

 

O anlamda YouTube’da sinema olur mu? Olmaz aslında veya Netflix’te sinema olur mu? Olmaz yani. Spielberg çok haksız değil orada. Ama unuttuğu konu şu: Dünya değişiyor. Yani film, film olarak kalır tabii ama yeni insan onu istemiyor. Onu isteyecekse eğer tamamen ona uygun filmler yapmanız lazım o zaman. Yani öyle filmler yapacaksınız da, Spielberg de onu yapmaya çalışıyor bence, sinemada görme arzusu -ta başta söylediğim şeye gidiyor- o sinemada görme arzusunu bende yaratması lazım.

 

Şimdi bakıyorum Mission Impossible 6, hani sinema sanatının örneği değil, okey, ama yüksek sesli izlenmeyi gerektiriyor, büyük perdede görülmeyi gerektiriyor, birlikte izlendiğinde daha heyecanlı ve yine karanlıkta izlenmeyi gerektiren bir şey. Yani dolayısıyla aslında film bu işte, yani heyecan verici bir seyirlik. Kubrick de öyle, Hitchcock da öyle, bugün de benim iyi saydığım filmler yine öyle. Bu sadece bir entelektüel uğraş değil. Kitap okumak gibi değil hakikaten. Dediğim gibi her zaman içinde ilerleyen bir şey olduğu için…

 

Dolayısıyla soruya geri dönersek Kubrick seyircinin izlemesini istiyordu ama hiçbir zaman o hesabı yapmıyor, o ilginç. Yani “Şunu yaparsam daha çok ilgi çekerim, şu daha ilginçtir.” demiyor. Mesela son filmi çok yavaştır. Eyes Wide Shut. İnanılmaz derecede yavaş bir film hatta “Ya ne oluyor?” falan diyorsun yani tabii 1999’da o galiba. 20. yüzyılın son ürünlerinden fakat başarısı şu, bak bir film yavaş da olabilir, ama kendini izletiyor. Yani Eyes Wide Shut’tan kolay kolay sıkılamazsın. İlk seyrettiğimde ben biraz anlamamıştım mesela, 99’da 2000’de seyretmiştik galiba, “Ya niye bu kadar yavaş?” falan dediğimi hatırlıyorum ama sonra tekrar seyrettim falan. Evet bir şeyin peşinde koştuğunu görüyorsun ve seni de onun peşinde koşturuyor. Yani sen ne yaparsan yap aslında bugün hep aynı şeyi söyleyeceğim, senin seyirciyi tutman lazım yani eğer sen seyirciyi tutamıyorsan yaptığın şey o zaman sinema değil aslında.