Üç kelimelik başlık, binlerce yıllık hikaye.


 

Maximilien Robespierre…

 

Fransız Devrimi’nin en etkili ve tartışmalı figürlerinden biridir. 1789’da başlayan devrim, Fransız monarşisinin sona ermesine ve modern Avrupa’nın siyasi yapısının şekillenmesine yol açmıştır. Robespierre, Fransız Devrimi’nin merkezinde yer alarak devrimin en radikal dönemi olan Terör Dönemi‘ne liderlik yapmıştır.

 

Robespierre, siyasi ve içtimai konulara dair düşüncelerinde Jean-Jacques Rousseau’dan etkilenmiş ve halk egemenliği, erdem ve adalet gibi temel kavramları siyasetinin merkezine -her iktidarın iddia ettiği üzere- yerleştirmiştir. Robespierre’e göre, halkın iradesi en yüksek otorite olmalıdır ve bu irade, toplumun genel iyiliği için yönlendirilmelidir. Robespierre, devletin bu iradeyi yansıtması gerektiğini savunmuştur. Robespierre için erdem ve devrim ayrılmaz kavramlardır. Tepeden inmeci bir politikayla,  adalet, erdem ve halk egemenliği gibi iddialar üzerine kurulu siyasetinde, halkın yeniden erdeme kavuşturulacağı mantığıyla hareket etmiş ve “erdemli toplum” kurulması adına iktidarı kötüye kullanmış, zamanla devrim karşıtlarına ve önceki yönetimin tüm unsurlarına karşı aşırı şiddet ve baskı politikaları yürütmüştür.

 

İktidarın, insan üzerinde güç zehirlenmesi yaratabileceği, iktidar gücünün kötü niyetli şekilde kullanılabileceği gerçeği muhakkaktır. Demokratik yada devrim yollarıyla iktidarı ele geçirenlerin de diktatöryel rejimler kurabileceği ortadadır. (İlgili yazı için: https://flaps.club/monarsizm-nedir/ ) 

 

Her kötü niyetli iktidar gibi Robespierre önderliğindeki devrim iktidarı da kendine düşman yaratmış-bu şekilde ayrışmayı ve kendisine olan desteği sağlamış- ve şiddeti çok geniş kitleleri hedef almaya başlamıştır. Terör Dönemi(1793-1794) olarak adlandırılan zaman diliminde, devrim düşmanları olarak görülen 40 binden fazla kişi, “Devrim Mahkemeleri” tarafından yargılanarak giyotinle idam edilmiştir. Bu şekilde geçmişin intikamı alınmıştır. 

 

Devrimci sürecin radikalleşmesi, halkın iktidardan korktuğu bir halin doğmasına sebep olmuştur. Baskı politikalarının her an artmaya devam etmesi, Robespierre ve destekçileri dışında herkesin devrim ve rejim karşıtı olduğu iddiaları, siyasi arenayı çekilmez hale getirmiştir. Meydana gelen rahatsızlık ve huzursuz ortamı ise Robespierre’in yalnızlaşmasına sebebiyet vermiştir. 

 

Yalnızlaşan Robespierre, Temmuz 1794’te kendi müttefikleri tarafından devrilmiştir. Meclisteki devrimci müttefiklerinden ve rakiplerinden oluşan bir koalisyon tarafından tutuklanmış ve ertesi gün giyotinle idam edilmiştir. Yeni başa geçenlerin hıncı, intikamla sonuçlanmıştır.

 

Maximilien de Robespierre , Pierre-Roch Vigneron eseri.

 

Hınç… 

 

Hınç kavramı, özellikle insan ilişkileri, duygusal yapılar ve toplumsal dinamikler açısından derin bir felsefi tartışma alanı açmaktadır. İnsan doğasının en karanlık yanlarından biri olan hınç, başkalarına yönelik bir nefret, öfke ya da intikam arzusuyla şekillenen bir duygusal durumu ifade etmektedir. Bu kavram, insanın yaşam deneyimlerinde adaletsizlik hissettiği, güçsüz olduğu ya da arzuladığı şeylere ulaşamadığı durumlarda ortaya çıkmaktadır. Hınç, yalnızca bireylerin iç dünyasıyla sınırlı kalmamaktadır; zamanla toplumsal dinamikleri etkileyen ve derin sosyal yaralar açabilen bir fenomen haline gelmektedir.

 

Max Scheler de hınç kavramı üzerinde duran önemli filozoflardandır. Scheler’e göre, hınç, bireylerin sosyal statü, güç ya da başarı gibi alanlarda kendilerini aşağıda hissetmeleri sonucunda ortaya çıkmaktadır. Scheler, hıncı aynı zamanda bireyler ve toplumsal sınıflar arası ilişkilerde, haksızlık algısının derinleştiği durumlarda da etkili olan bir duygu olarak görmektedir. Örneğin, alt sınıf bireyleri üst sınıfa karşı bir hınç geliştirebilir, çünkü bu insanlar aradaki farkı kapatamayacaklarına inandıkları için bir tür derin nefret beslerler. Anlaşılacağı üzere hınç, insan doğasının karmaşıklığını yansıtan güçlü bir duygusal ve ahlaki kavramdır ancak bir sonraki adımı intikamdır. 

 

Toplum içinde insanlar, birbirleriyle sürekli olarak kıyaslamalar yapar, sosyal hiyerarşiler ve güç dengeleri doğrultusunda kendilerini konumlandırırlar. Eğer bir birey ya da grup, bu güç ilişkilerinde kendisini dezavantajlı hissederse, karşısındaki gruba ya da bireylere karşı hınç beslemeye başlayabilir. Bu durum, toplumsal adaletsizliklerin, eşitsizliklerin ve sınıfsal farklılıkların bulunduğu yapılarda daha da belirgin hale gelir. Bunun en bariz örneklerinden biriyse, iktidarlar tarafından yaratılan “Biz ve Öteki” ideasıdır. Kötü niyetli bir iktidarın toplumun altına döşediği en büyük dinamit, hınç kavramının inşasıdır. Bu durum, toplumsal gerilimleri artırır ve sosyal barışı tehdit eder. Özellikle adalet duygusunun zedelendiği, bireylerin kendilerini sistem tarafından dışlanmış ya da bastırılmış hissettikleri toplumlarda, hınç duygusu daha yaygın ve tehlikeli hale gelmektedir. Hınç duygusunun toplumu götürdüğü yer ise intikam isteğidir. Çünkü intikam alınınca adaletin yerini bulacağı hayaline kapılacaklardır.

 

Hınç duygusu intikama dönüşünce toplulukları kutuplaştırmakta, diyalog ve uzlaşma yollarını kapatmaktadır. Toplum içinde yaygınlaşan hınç duygusu, farklı grupların birbirine karşı duyduğu öfke ve nefretle beslenir ve bu da barışçıl çözümler bulmayı zorlaştırır. Hınç duygusunun hâkim olduğu toplumlarda, empati, anlayış ve hoşgörü gibi duygular zayıflar; bunun yerine düşmanlık ve ayrımcılık artar. Bu ise iktidarların yönetirken bizi inandırdığı, dönüştürdüğü ve dönüştüğümüz şeklimizle bizleri kuklalar gibi oynattığı histerik durumlardan ibarettir.

 

Yazgı…

 

Her insanın olduğu gibi, her toplumun da bir yazgısı vardır. 

 

Yazgı, bireylerin kontrolü dışında gelişen olayların, onların yaşamlarına yön verdiği düşüncesini barındırır. Kişinin hayatında karşılaştığı olayların ve bu olayların sonuçlarının önceden belirlenmiş olduğunu ima etmektedir. Toplumsal yazgı, bir toplumun tarihsel, kültürel ve sosyal süreçlerinin sonucunda şekillenen kaderi ifade etmektedir. Bu nedenle, bir toplumun yazgısı, sadece bireylerin seçimlerine değil, aynı zamanda kolektif bilinç, toplumsal değerler, ekonomik yapılar ve siyasal sistemlere bağlı olarak şekillenir. 

 

Birey dünyaya geldiği an, içinde doğduğu toplumun yazgısı yazılır alnına. Arthur Schopenhauer’in de dediği gibi:  “Doğumundan beş dakika sonra ismine, milletine, dinine ve mezhebine karar verirler ve sen ömrünün geri kalan kısmını seçmediğin şeyleri savunarak geçirirsin.” Her ne kadar bireylerin özgür iradesinden bahsetsek de bu, içinde bulunduğu toprakların ve toplumun da yazgısına bağlıdır. En yüce ruhların dahi kafese sıkıştığı nice hayatlar olduğu kesindir.

 

Bizim topraklarımızın yazgısı ise bellidir. Siyahın karşısına beyaz, yaşamın karşısına ölüm yazılır. Düşman yaratılır, intikam alınır. Her gidenin yerine geçen, geçmişi suçlar ve hedef gösterir. Bu nedenle bu toprağın insanları yönetilen değil, idare edilen bir toplum olmaktan ibarettir. Çünkü toplum olmanın gereği olan, bireylerin özgürlüğüne ve varoluşuna alan açma düşüncesi her an mızraklanır. Kişinin “ben” diyebilme cesareti elinden alınır, ötekilerin hıncı, iktidarın korku ve baskısı her an bireylerin ve toplumun belirli kesimlerinin – her yeni dönemde bu kesim değişmektedir – üstündedir. 

 

Filozof Dücane Cündioğlu’nun dediği gibi: “En büyük politik nimet korkudur. Hiç kimse özgürlük talep edemez. Sadece hayatta kalmak ister.”

 

Bu sözden yola çıkarsak bu topraklar için şunu diyebiliriz:
Bu topraklar yaşamaya değil, hayatta kalmaya izin vermektedir. 

 

Bu toprakların Robespierreleri bitmedi ve bitmeyecektir. Robespierreler gidecek, Robespierreler gelecektir. Her daim halk egemenliği, adalet ve erdem gibi hayaller üzerinden iktidarı ele geçirip, kendilerine bir düşmanlar yaratacaklardır. O düşmanlar ülkeyi ele geçirirse hemencecik toprakların bölüneceğine, kendilerinden başka kim gelirse o gün varlığımızın ortadan kaldırılacağına, bunun bizim son şansımız olacağına ve safların sıkılaştırılması gerektiğine dair birçok palavrayla bizleri binlerce yıl daha kandırmaya devam edeceklerdir.

 

Bu idealar ile iktidarı ele geçirip radikal yöntemlere, despotizme, belirli grupları ötekileştirmeye, özgürlükleri kısıtlamaya ve bunlar gibi yüzlerce kötülüğe sebebiyet vereceklerdir. Hınç tohumları ekecek, yıllar sonra intikamın dar ağaçlarının boy vermesine sebep olacaklardır. Daha sonra yenileri gelecek ve eskinin mağdurları olarak şimdinin intikam gömleklerini giyeceklerdir. Bu toprakların hikayesi bundan ibarettir. Üç kelimelik bir başlık, bu toprakların binlerce yılına tekabül etmektedir.

 

Bir gün bu toprakların insanı “ben” diyebilmeyi başarır, kendi değerlerini inşa eder ve değerli olan “şey“in kendisi olduğunu hatırlarsa, bu toprakların yazgısının değişme ihtimali olabilecektir. Aksi halde alnımıza yazılan yazgı; yaşanmamış birçok hayata, bir kez olsun özgür bir ruha sahip olamamaya, kendini gerçekleştirme cesareti gösterememeye, baskıya, korkuya, hınca ve intikama, en sonunda ise Robespierre gibi kendi kendini yok eden bir yol olmaya devam edecektir. 

 

“Ben” diyebilenlere…

 

 

harun kaytan