Kierkegaard’ın düşüncelerinden başlayarak ruhuna doğru giden bir yolculukta aşk ve insan kavramlarını irdeleyen, harikulade bir metin.


 

“O, birey.”

-Kierkegaard’ın mezar taşının üzerinde yer alması için önerdiği cümle

 

‘O birey’ olma yolunda karşısına çıkan her taşı ayıklayan bir yaşamla dikkat çeken filozofumuz, yaşamı boyunca bir elmanın yarısı olmak yerine kendi kendini yiyen bir elma kurdu olmayı seçecek kadar hayata keskin bakıyordu. Çünkü ona göre, ‘elma bir bütündü’.

 

 

Kierkegaard bütünüyle bir birey olarak yaşayabilmek için üç aşamadan oluşan bir yöntem olduğunu söylüyordu. Bunlar; estetik aşama, etik aşama ve ilahi/dini aşamaydı.  İlahi aşama, Kierkegaard’ın  yöntem hiyerarşisinde en yüksek seviyeydi. Çünkü bu aşamada birey olma yolunda zorlu yollardan geçmiş ve artık yaratıcısı ile bireysel bir ilişki kurabilecek kıvama gelmişti.

 

 

Kierkegaard’ın Platonik Fikirler Alemi ve Aşkın Benliği


Kierkegaard ‘estetik aşamada takılı kalmamak için’ çok aşık olduğu Regine Olsen ile nişanlanmalarının hemen ardından yüzüğü ona geri göndermişti. Ancak bu sanıldığı gibi bir ayrılık olabilir miydi? Kierkegaard’ın aşkı, aşktan ayrılarak benliğine ait her köşede vücut buluyordu.

 

 

Bana göre, Olsen ve Kierkegaard hiçbir zaman ayrılmamıştı. Hiçbir zaman Kierkegaard’ı, Regine Olsen’den ayırarak inceleme olasılığının olduğunu düşünmüyorum. Bu platoni Kierkegaard ile birlikte mezarındaki yazıya sabitlenmiştir. “Hâlbuki şimdi bir şeyler üretmişsem, hepsinin o adımı atmam sayesinde olduğu açıkça görülüyor.”

 

 

Platon’a göre, bireyin bedeni onun maddi tarafıdır, gerilim sırasında ‘ruhun karşısında’ yer alarak ‘Ben’in doğal kısmı olur. Bireyi diğer varlıklardan ayıran şey onun sahip olduğu ruhudur. Ruh ve beden  olmazsa olmaz iki ögedir. Gerilim de bu iki öge arasındaki ilişkiyi ifade etmektedir. Bununla birlikte, Platon felsefesindeki ana fikirlerden bir diğeri ise düalizmdir. Düalizm, kendi gerçekliğimize hiçbir zaman karışmayan ve (bütün bir elma olsanız bile) sizi iki ayrı şekilde görmemizi anlatan kavramdır.  Bu iki durum, fiziksel (materyal) olan ve materyal olmayan yani, ruhsal olan durumdur.  Bir arada olsalar da asla birbirine karışmazlar. Platon, insanın ruh ve bedenden oluştuğunu, ruh ‘fikirler alemindeyken’ bedenin ‘materyal dünyaya’ ait olduğunu ifade eder. Ayrıca ruh; içine sıkıştığı bedenle yaşamak zorundadır. Ve iki gerçeklik birbirinden bağımsızdır.

 

 

Düşündüğüm şu ki; modern çağda kalabalıklardan kaçarak tekleşmeye çalışan bu adam için en kalabalık yer, onun kendi ruhunda Regine’ye benzer bulduğu kısımdı ama Kierkegaard bu kısmı asla kendinden ayıramazdı çünkü  hiçbir zaman benliğine karışmıyordu.

 

 

Bütün bunları gözden geçirdiğimizde, filozofumuz birey olma yolunda ilerlerken ve estetik aşamada ayağına takılan taştan kurtulurken, aslında onun felsefeye bakış açısını en çok Regine Olsen’in etkilemiş olduğu inkar edilemez bir gerçeklik olacaktır. Regine ile birlikte olmalarının sadece kendi savaşına değil Regine’ye de zarar vereceğini düşünen Kierkegaard, kendisine çok aşık olduğunu bildiğimiz Olsen’den ayrılsa da zamanında çok üzüldüğü için intihar tehdidinde bulunan Olsen’in önünde sonunda ‘kendi yaşama yöntemlerini’ tercih etmiş olsa gerek (!) başkası ile evlenmiş olduğu bilinmektedir.

 

 

Kierkegaard bu aşkın başlarında günlüğüne düştüğü notlarda, her dakika Regine Olsen’i arzuladığını, onsuz bir anının dahi geçmediğini yazmış, nişan yüzüğünü Regine’ye yolladıktan sonra ise yolladığı bir mektupta şunları dile getirmişti:

“Bu mektup tarih taşımadığına göre ve öyleyse, herhangi bir zamanda yazılmış olabileceğine göre ne zaman olsa okunabilir ve eğer gece herhangi bir kuşku içini kemirirse o zaman da okuyabilirsin onu, çünkü aslında sana “benimsin” diyebileceğimden bir an bile kuşku duymadım. (…) Eğer senden ayrılmak zorunda kalırsam yaşamının benimle birlikte duracağını sen kendin yazmıştın, bunu biliyorsun.

 


Ah! İzin ver de yaşamına birlikteliğimiz kadar uzun süre bende saklı kalsın, çünkü biz yalnız o zaman gerçekten birleşmiş oluruz, bir an bile kuşkulanmadım bundan. Hayır, bunu ruhumun en derin inancıyla yazıyorum ve ben
dünyanın en karanlık, en gizli köşesinde bile sana ait olduğumdan kuşku duymayacağım.”

 

 

Birey olma kavgası veren bu genç adam, dünyanın en gizli köşesinde bile ‘bir kadına ait’ olduğunu biliyordu. Ancak görünen o ki ruhunun gizli köşelerinde ona ait değildi. Onun ruhunun gizli köşelerinde birey olma ve Tanrı kavgası yer alıyordu. Bana göre dünyanın her yerinde Olsen’e ait olduğunu ifade etse de, Kierkegaard aslında dünyaya ait her şeyden arınan salt bir birey olmaya çalışırken bile her zaman Olsen ile birlikteydi. Nişanı bozduktan sonra ondan yalnızca ‘fiziksel olarak’ ayrılabildiğinin en büyük kanıtı da bu ayrılığın hemen ardından Berlin’e taşınmış olmasıdır diyebilirim. Nişanı bozmasının ardından yaşadığı pişmanlığı ‘Ya/Ya da’ kitabındaki şu sözleri anlatıyordu:

 

 

“Evlenirseniz pişman olursunuz; evlenmezseniz de pişman olursunuz. Fakat evlenmek veya evlenmemek arasında seçim yaparsanız, ikisinden de pişman olursunuz…” Bana göre Kierkegaard’ın pişman olamadığı tek husus, Regine’yi tanımak olabilirdi. Çünkü Regine’yi tanımak; kendisini tanımaktı, açığa çıkacak yanlarını tanımaktı ve o birey bunu çok iyi biliyordu.

 

 

Tanrı’ya Karşı ‘Rumuz’ İle Yazmak


Olsen’den ayrılığının ardından gelişen yazarlığı, Kierkegaard’ın modernizm içerisinde kalabalıklarla iletişimde bulunurken onlarda doğrudan iletişime geçmemek için sığındığı bir liman olabilirdi. Ona göre ‘insan kendinde var olan birey olabilme potansiyelini’ kalabalık adı verilen anlamsız yığınlar içerisinde görememekteydi. Yazarlığı süresince çeşitli takma adlarla yazmayı seçerken, toplumun (kalabalığın) farklı kesimlerini niteleyen adların dilinden yazı yazmış olması, onun bakış açısının genişlemesini sağlamıştır. Kierkegaard’ın yazılarındaki rumuzları niteleyen insanları konuşturuyorken, bu insanları kendi varlığıyla yüzleştirmeye çalışıyor, onları kalabalıktan ve aynılıklarından sıyırıyordu. (Victor Eremita, Johannes de Silentio, Anti-Climacus, Hilarius Bookbinder ve Vigilius Haufniensis gibi)

 

 

Bir Hristiyan olan Kierkegaard, hayatı yaşama yöntemlerinin en son aşamasına koyduğu ‘dini aşamada’ en çok Hristiyanlığa karşı çatışıyordu. Çünkü bireye ulaşmada en büyük çakıl taşlarının bu aşamada ayağına battığını düşünüyordu. Ona göre, Hristiyanlığın birey olmanın önünde bir engel sayılması, Hristiyanlıktan çok insanların gerçekten Hristiyan olamayışlarıyla ilgiliydi. Kierkegaard’ın kullandığı rumuzlardan birisi olan ‘Anti-Climacus’ Hristiyanlık karşıtı bir rumuzdu. Yani filozofumuz, Tanrı ile çatışmasını çözerken yazdığı yazılarda, Tanrı’yla dolaylı yoldan ‘rumuz kullanarak’ iletişime geçiyordu.

 


İnsan Kendi Başına Bir Kavramdı


Belki de kendini dünya hayatından soyutlayan Kierkegaard için bu rumuz adları onun Diyojen Fıçısı’ydı. Bu fıçıyı Kierkegaard’a ait yapan şey, içine diğer insanların da varlığını, kendinde bir bütün olarak almasıydı.  Kierkegaard ile birlikte, ‘insanın’  kendi başına bir kavram olabileceğini düşünüyorum. Çünkü, Kierkegaard insanın sürekli ‘kendi varlığını kavramaya çalışan bir varlık’ olduğunu yansıtıyordu. Yeryüzüne bir benliğe sahip olma düşüncesiyle gelen insan, geldiğinde eksikti ve varlığını tamamlamaya çalışıyordu. Okurken çok keyif aldığım Martin Eden’in (çizgi roman) son sahnesinde şöyle bir söz vardı:”Her şeyi bildiği anda bilmeyi bıraktı…” Sanırım Kierkegaard da aynen bu şekilde; var olmayı bıraktığı anda varlığını tamamlamıştı. Kierkegaard’ın aile büyükleri birkaç kuşak mezar kazıcılığı yapardı. Kierkeegard soyadını da buradan almışlardı. Kierkegard, Danca’da ‘mezarlık’ anlamına gelmektedir. Mezarında ‘O birey’ yazan bu adamın mezarının başına gidip, bu sözün ardını (yaşamını) okuduğumuzda, aslında o bireyi okumuş oluyorduk. Kierkegaard felsefesinde, kendindeki her taşı ayıklamaya çalışan birey, kendi içindeki yolculuğu savunduktan sonra kalabalıklara ve yaşadığı modern çağın üzerine serptiği tozlardan ayrılıyor ve bu yüksek, ilahi aşamada ‘aslına’ dönmüş oluyordu.  Belki de Kierkegaard bu savaşı ölümle kazanmıştı.

 

 

“Hayat ileriye bakarak yaşanır, geriye bakarak anlaşılır”

–Kierkegaard

 

 

Evet, dönüp geriye bakıldığında o birey, o birey olmuştu. Kendine karşı eksik kalacak hiçbir yanı yoktu. Filozofumuzun kendi deyimiyle, “Tanrı’nın benzersiz bir varlığı olarak, bireyin kendi benliğine bütünüyle sahip olmasını’’ amaçlıyordu. Modernizm etkisinde yaşadığı bu dönemde, kalabalığın içine karışan ve dünya işleriyle uğraşan bireyin zamanla kendini unutarak, benliğini aramaya ya da kalabalık içinde kendisi olmaya cesaret edemeyeceğini savunuyordu. Üstelik, bu durumda kendi olmayı tehlikeli bile bulabilirdi. Sizce Kierkegaard kendi olmayı tehlikeli buluyor muydu? Yaşadığı dönem için bize şöyle söylüyordu:”Bu çağ neyi konuşması gerektiğini ve ne zaman susması gerektiğini bilmeyen insanlarla dolu bir çağdır.” Kierkegaard’ın bu cümlesine katılmakla birlikte eklemek gerekirse; Bu çağ sevgiden konuşması gerektiğini bilmeyen ve hatta kime aşık olacağını ya da (!) kime/neye aşık olduğunu bilmeyen insanlarla dolu bir çağdır.

 

 

Svetlana Boym şöyle diyordu, “Platonik aşık insanda yansımasını bulan güzelliğin tadını çıkarırken, modern aşık bir bireyi sever ve onu güzel bulur.”  O bireye oluşurken ya da o birey olduğunuzda, aşkın içine sıkışmamanız dileğiyle…

 

 


Kapak Görseli: David Amblard

Kaynakça ve İleri Okuma: 

  • DURNA, Hatice. Haziran 2019. Soren Kierkegaard Felsefesinde Birey
  • OLABİLMENİN İMKÂNI, Sivas Cumhuriyet Üniversitesi Yüksek Lisans Tezi
  • BOYM, Svetlana. Başka Bir Özgürlük: Bir Fikrin Alternatif Tarihi
  • KİERKEGAARD, Soren. Ya – Ya da (either or either)
  • KİERKEGAARD, Soren. Baştan Çıkarıcının Günlüğü
  • http://www.gazetemsi.com/kierkegaard-ve-regine-kurban-edilen-ask—14917
  • https://aklinizikesfedin.com/soren-kierkegaard-biyografisi/
  • https://aklinizikesfedin.com/platonik-ask-nedir
  • http://libidodergisi.com/ask-uzerine-karmasik-dusunceleri-olan-10-filozof/
  • KAUFMANN, Walter. Kierkegaard s. 14