Ulus devlet denilince akla ilk gelen kavramlardan olan milliyetçiliğin günümüzdeki algılanış biçimi ne durumdadır?


 

     

Milliyetçiliğin en büyük motivasyonu ulus kavramıdır. Peki, ulus kavramı anlaşılabiliyor mu? Ben uzun bir süre milliyetçilik dersleri veren ve bu konuda çalışmalar yapan birisi olarak şöyle söyleyebilirim ki; Türkiye’de milliyetçilik, uluslaşma aşamasına daha gelmiş durumda değildir. Batı’da biçimlendiği hâliyle ulus, laik bir kavram olmakla birlikte, sınıfa “ Bana uluslaşabilmiş bir tane Müslüman devlet söyleyebilir misiniz?” dediğimde “İran, Türkiye” derler ama herkes derken bile gözlerini kaçırır. Çünkü Türkiye, İran dedikleri zaman içlerindeki sorunları da bilirler. O zaman uluslaşabilmek ile din arasında bir sorun vardır.

  

Avrupa’da uluslaşma sürecinin başlangıcına baktığımızda, yerel kiliselerin kurulması ve bu kiliselerin yerel dillerle hareket etmeye başlaması gibi birtakım tartışmaların önce dinle hesaplaştığını görüyorsunuz. Türkiye’de bu yaşanmadı, o yüzden milliyetçiliği arzu eder misiniz? Sorusuna elbette, arzu etmem. Avrupa milliyetçiliğe gittiği zaman, 300 sene insanların birbirini tahrip ettiğini görmekteyiz ve o tahribatı anlamanın da, okumanın da ayrı bir kültür gerektirdiğini düşünüyorum. Çünkü biz henüz milliyetçilik algısına daha varamadığımız için evrim modeline bakarsak en az 300-400 sene geri olduğumuz konusunu tartışabiliriz ama bunu ben çok kabul etmekten yana değilim. Ben bazen şöyle söylüyorum, Türkiye’de siyasal kesimleri analiz ettiğinizde soldan- sağa herkesin ümmetçi bir bakış açısına sahip olduğunu görürsünüz. Çünkü bu görüş bizim doğamızda var, Osmanlı’dan kalma bir içeriye sahip. Aslında, Osmanlı’da millet dediğinizde dinsel birlik kavramı vardı. Doğal olarak da din kardeşiyiz şeklinde hareket ettirerek yürütüyoruz ve tartışıyoruz. Osmanlı’da Türk milliyetçiliğinin harekete geçmemesi de malum İslam pikliğiyle ortaya çıkıyor. Çünkü iki tane temel sav var ki milliyetçiliği reddeder: Dinsel birlik savları ve Marksizm. Marksizm için asıl olan sınıf çatışmasıdır, dinsel birlik için de asıl olan mezhep çatışmasıdır. Doğal olarak, dinsel birlik savlarının milliyetçiliği reddettiği aşikâr çünkü dini böldüğü için milliyetçiliği reddediyor, Marksizm de sınıfları böldüğü için reddediyor. Milliyetçilik aşamasına baktığınızda mesela; Osmanlı İmpartorluğu’nda Yunanlı, Bulgar ben Yunanlıyım, Bulgarım dediğinde Türklerin bu konudaki ayrışmanın nedenlerini uzun uzun araştırdığını görüyorsunuz, okuyorsunuz. Mustafa Kemal’i örnek olarak anlatırken onun milliyetçi bir lider olduğunu söylüyordum çünkü daha yaşarken yaklaşık 25 tane millet doğmuş. Yani, gençliğinde sürekli Osmanlı’nın milliyetçilik yüzünden parçalandığını görmekteydi. Biz bugün daha bir tanesinde bunalıma giriyoruz. Dış basında bu yüzden Mustafa Kemal’i milliyetçi bir lider olarak yazıyorlar ki, doğru tanımlıyorlar. Yaptıklarını da böyle görüyoruz; ezanın Türkçeleştirilmesine bakalım, bugün size bir şey anlatırken İngilizce bir cümle kurup anlatsam bana ne dersiniz? “Adam İngiliz-Amerikan emperyalizminin kölesi, bir de bana İngilizce biliyormuş gibi hava atıyor” dersiniz. Bugün mesela; bir imama bakıyorsunuz bir şey aktarırken önce Arapçasını söylüyor ardından da meali diyerek Türkçesini söylüyor ama biz ona Arap emperyalizmi diyemiyoruz.

      

Mustafa Kemal, bu Türkçeleştirme çalışmalarını neden yapıyor? Çünkü Arap’tan Türk’ü ayrıştırmaya çalışıyor.1928’de “ Vatandaş Türkçe Konuş!” kampanyaları Kürt’e Çerkez’e, Tatar’a, Laz’a ama aynı zamanda Güney Anadolu’da yaşayan Arap’a da bir baskı. Doğal olarak aslında, vatandaşı Türkçeye doğru İstanbul ağzı, Ankara ağzından hangisini seçeceğine dair ciddi bir dönüşümün talep edildiği, yeni bir milliyetçilik modeli olarak tesis edilmeye çalışıldığını gözlemleyebilirsiniz. Yani bu aslında o dönemdeki milliyetçilik, Avrupa’daki aydınlanma türünün hatta Kuran’ın Türkçeleştirilmesi de dâhil olmak üzere hepsinin izlerini görüp tartışabilirsiniz diyebiliriz.