Paul Klee ve Piet Mondrian size ne türde bir esin kaynağı oldu?
Yani Klee ve Mondrian esin kaynağı olduğu tabii çünkü kendimi yakın buldum. Hatta bir astrolog Haluk Akçam, benimle ilgili bundan on yıl önce bir astroloji haritası bir horoskop çıkarıp doğum tarihimle burçlar arasında bağlantı kurduğunda bazı karşılaştırmalar yapmıştı. Bu karşılaştırmaların biri de o Klee ile benim aramdaki ortak dağlardı ve orada birçok ortak yan çıktı. Tabii bunun çok bilimsel bir yanı olduğunu düşünmüyorum ama belki bakış açılarında ortak paydayla yani Klee benim için öğrenciliğim sırasında tanıdığım kadarıyla çünkü ben lisedeyken daha Balıkesir’de Klee’yi tanıma falan şansım yoktu. Daha sonra Batı müzelerinde gördüğüm zaman kendi yaptığım işlerle, onun arasında bir bağlantı olduğunu gördüm. Mondrian da öyle; geometrik bir soyutlamayla girdiği zaman doğaya bakışını, hiç daha onu tanımadan yaptığım bazı işlerle aramızda ortak bir bağ olduğunu gördüm.
Bazen bu olabiliyor. Kişinin sanatçının daha doğrusu neler sevdiği, nereden kaynaklandığı belki ortak beğendiğimiz eserler olabilir, kaynaklar olabilir. Mesela hiç unutmam Ankara’da 1960’lı yıllarda açtığım bir sergide, Salim Şengil, Nezihe Meriç onların Dost Dergisi çıkıyordu Ankara’da. Ve onlar bizi yani ben işte birkaç dergiyi arkadaşlarımla akademiden Özdemir Altan, Dinçer Ölmez’le açtım. Sonra yakın zamanda kaybettiğimiz Tülay Tura; akademide benim çok yakın sıra arkadaşım, değerli bir dostumdu. Onunla beraber açtığımızda, hep bizi toplarlardı Bahçelievler’deki evinde bütün edebiyatçıları çağırırlardı. Ve o toplantılardan birinde Turgut Uyar’la karşılaştım. Altmışlı yıllarda çok ilgi çeken Türkiye’de en önemli görsel sanatlar alanında, resim-heykel alanında Devlet Sergileri vardı. Şimdi o etkinliği zayıfladı, çok farklı etkinlikler olunca işte bienaller, büyük sergiler, müzeler falan bunların arasında Devlet Sergisi o etkinliğini yitirdi. Oysa o yıllarda Türkiye’deki en önemli sanat olayıydı. Herkes, Devlet Sergisi’ne girebilmek için yüzlerce sanatçı başvururdu; onlar seçilir, sergilenir, ödüller verilir, devlet tarafından alınır, resmi dairelere asılır, yurt dışına büyük elçiliklere yollanırdı. Ve zannediyorum altmış iki senesindeki Devlet Sergisi’yle ilgili Turgut Uyar bana şunu söyledi : “Devlet Sergisi’ni gezdim ve en beğendiğim resim sizin resminiz .” Salim Şengül ve Nezihe Meriç’in evinde bütün edebiyatçılar orada bizim için verilen bir yemekte. Hiç beni tanımıyor ve tanışmış olmaktan mutlu olduğunu söyledi ben de ona aynı şekilde şunu söyledim :” Biz de liseyi bitirirken olgunluk sınavı gibi bir sınavda, ‘sevdiğiniz bir şairi anlatın’ demişlerdi, bende o sırada çıkan Turgut Uyar’ın “Türkiye’m” isimli bir şiir kitabı vardı ve ben onu anlatmıştım.” dedim. Hatta içinde o zaman ezberimde olan “ Sizin alınız al inandım. Morunuz mor …” diye başlayan bir şiirini de söyleyince Turgut Uyar da çok etkilenmişti. Yani insanlar herkesle bir uyum kurmuyor. Nasıl sıradan dostluklar için bile ortak paydalar gerekirse bu kültürel ortak payda, sosyal, mesleki birçok konuda anlaşabilir ya da anlaşamaz insanlar. Ama öylesine denk geldiği zaman dostluklar işte doğuyor. Sevgiler de böyle, yani bir yerde bir bakıyorsunuz benim hiç haberim olmadan Turgut Uyar benim resmimi beğenmiş, bana onu söylüyor. Ben de onu sınavda bile onun şiirini ona okuyorum, anlatıyorum. Yani sözde kalan bir şey değil bu. İnsanlar gidiyor bir bölümü Bilge Karasu’da öyleydi. Yani edebiyat ve diğer şeyler arasındaki bağlar derken mesela Yaşar Kemal benim resimlerimi çok severdi. Seksenli yıllarda hemen hemen bütün sergilerime geldi, benden resimler aldı ve kendisini şeyde tanımıştım; Bedri Rahmi atölyesinde öğrenci olduğum yıllarda, 1955-1959 arasında hocanın mesela 1957 yılında “Brüksel Dünya Sergisi “ için mozaiklerini yapıyorduk ve birçok yazar, ressam, seramikçi, heykeltıraş gelirdi. Hep orada kimleri tanımadım ki, Ahmet Hamdi Tanpınar’ı orada tanıdım ondan sonra Füreya Koral’ı yani birçok kimseyi. Yani mesela hoca rahatsızdı, Yaşar Kemal gelip gidiyordu. Bir gün hiç unutmam, Gülay Tura Yani bunu da söylemekte bir sakınca yok çünkü yaşanmış bir gerçek .” Ya , şu Kürt de dedi benden resim aldığına göre ben kuyruğu titretiyorum galiba.” Kürt dediği Yaşar Kemal’di. Takılırlardı birbirlerine böyle. Kendi üslubu içinde bunu söylemişti. Yani orada mesela Yaşar Kemal’le oradan tanıştım, Ahmet Kutsi Tecer Hoca’mla, Ahmet Hamdi Tanpınar. Yani Metin Eloğlu birçok kimseyle, edebiyatla diğer sanatların çok yakın ilişkileri var. Ama bugün o bağlarda koptu. Eskiden toplanırlardı, tartışırlar, kavga yaparlardı. Ama gene yine bir Bedri Rahmi’yle ilgili sözü gelmişken hem ressam hem şair bir sanatçı Bedri Rahmi şunu söylerdi :” Ressamlar beni şair olarak nitelendirirler, şairler de ressam olarak sayarlardı.” Bunda da bir eleştiri vardı ama insanın kendi kendini böyle eleştirmesi ya da bu sözü açık açık söylemesi hoş bir durum diye söyleyeyim.
Yani işte bu sevgi, Mondrian, poekile sevgisi ya da büyük kültürler Çin sanatı, Mısır ya da Anadolu uygarlıklarının ürünleri beni her zaman ilgilendirdi. Tek sanatçı derseniz tek sanatçı söyleyemem ama bu sanatçılarla yakın bağlarım olduğu için ve daha sonradan bir baktığımda yani çok yakınlıklar gördüğüm için. Etkilenmek başka ama onu sindirmek başka yani bunları gördüğüm için demek ki ben bunları seviyormuşum dedim. Ve böyle bağlar kurulabiliyor ya da bir müzede kendi işinize çok yakın bir şey ya da kendi duyarlılığınıza çok yakın bir şey gördüğünüz zaman sevgi bağları oluşuyor yani o zaman onu daha bilinçli bir gözle; neden sevdim, nesini sevdim, beni ne kadar etkilemiş farkında olmadan ya da bundan sonra da etkileyebilir. Etki doğaldır, yani insan her şeyden etkilenebilir yeter ki onu sindirebilsin; kendi sadık ölçüleri içinde, kendi biçemi içinde onu içine sindirebilsin.