3. Giriş
Geçtiğimiz kısımlarda canlılık kavramından, Antik Dönem’den Rönesans’a değin yapılan çalışmalardan, modern bilimin ve bilhassa tıbbın gelişiminin yaşam kavramı üzerindeki etkilerinden bahsetmiştik
Bu kısımda mekanistik felsefeden, atomculuğun canlanışından ve materyalist düşünceden bahsedeceğiz.
İyi Okumalar!
3.1 Atomculuğun Canlanışı
Rönesans sonrası modernleşen, çok önemli bilim ve kültür insanları yetiştiren Avrupa’da 17. yüzyılın ilk yarısında yaşamış olan Renê Descartes, “Düşünüyorum, öyleyse varım.” argümanı ile hepimizin bildiği bir şahsiyet olmalıdır. Descartes, modern filozofinin öncülerinden sayılmaktadır ve ortaya çıkardığı sorular, sorgulamalar aradan geçen zamana ve değişime rağmen tazeliğini korumaktadır.
Descartes’ten önce süregelmiş bilim, mekanizme doğru ilerlemekteydi. Sistematik çalışmalarla, mekanistik düşünceyi bilimsel düşüncenin temellerine yerleştiren kişi de Descartes olmuştu. O, insanın doğaya egemen olmasının ancak doğayı bilmesi ve tanıması ile olabileceğini düşünmüş; fiziksel açıklaması olamayacak hiçbir olayın varolmadığını belirtmiştir.
Mekanizm, evrende gerçekleşen tüm olayların, duygular ve düşünceler de dahil olmak üzere tüm olguların, hayatın, kısaca evrende var olan her şeyin mekanik kurallarla, bilimsel verilerle açıklanabileceğini söyleyen görüştür. Buna göre her şey bir hareketin meyvesidir, hareket ile açıklanamayacak hiçbir şey yoktur.
Bu cüretkar düşüncenin ortaya çıkması elbette kolay olmamış, geçtiğimiz iki bölümde detaylıca bahsettiğim gelişmeler ve çalışmalar, insanoğlunun anlaşılmaz gözüken pek çok meseleyi açıklığa kavuşturabilmesi, sonuç olarak mekanistik görüşün doğmasına sebebiyet vermiştir.
Descartes’in evreni, mekanistik görüşte bir evrendi; bir makineydi. Doğruyu keşfetmek, ancak ve ancak matematikle mümkün olabilirdi. Her şeyin mutlaka hareket ile açıklanabilir bir sebebi mevcuttu. Peki hareket neydi?
Descartes’e göre hareket, bir yerden başka bir yere yapılan devinimdi. Hareket, hareket ettirende veya hareket ettiren etkende değildi; hareket, hareket edenin kendisindeydi. İlk hareket, Tanrı ile başlamıştı ve onun belirlediği yasalar çerçevesinde evren devinim halinde süregelmekteydi.
Sanılanın aksine Descartes’in mekanizmi, Tanrı’ya ve teleolojiye (evrenin bir amaç dahilinde süregeldiği düşüncesine) karşı değildi. Ona göre mekanistik düşünce, yani bilim “Nasıl?” sorusuna cevap ararken, gayesellik (teleoloji) ise “Neden?” sorusuna cevap arardı. Zihin ve madde kavramlarını, birbirinden ayrı gerçeklikler olarak gören Descartes, dindar biri olmasının etkisi ile Katolik ilahiyatı ile bilimsel düşünceyi kendince ortak bir paydada buluşturmuştu.
Descartes’in ve o dönemki diğer filozofların ortaya attığı bu düşünce ilk bölümde bahsettiğimiz atomculuğun yeniden doğmasını sağlamıştı. Madem her şey hareketin sonucu idi; öyleyse maddelerin en küçük yapıtaşları olan atomların hareketi, her şeyin sebebini oluşturmaktaydı. Demokritos döneminde oldukça ilerigörüşlülük ile ortaya atılan bu düşünce, o dönemde açıklanamayan olguların ve bilinmezliğin etkisiyle bir kenara itilmişti. Rönesans sonrası bilim – din ortak paydası ile ilerleyen Avrupa’da, atomculuğun yeniden ele alınması oldukça mühim bir gelişmedir.
Bu yeniden ele alışın öncüsü, Pierre Gassendi olmuştur. Gassendi atomların hareketliliğini, onların canlılığına bağlamış ve bunun kaynağının Tanrı’nın gücü olduğunu ifade ederek insanlığın yaşama dair en eski görüşlerinden biri olan cancılığı “canlandırmıştır.” Yaşamın kaynağı atomlardı; atomların yaşamı oluşturan hareketliliğine dair bilgi de Tanrı’dan gelmeliydi. Bu görüşler, atomcu düşünceyi dini değerler ile birleştirmek adına yapılmış bilim-din eksenli çalışmaların bir sonucu olarak süregelmiştir.
Bu noktada atomculuk ile ilgili çok önemli bir noktaya vurgu yapmak isterim. Antik dönemden modern kimyanın atom altı buluşlarına değin olan süreçte atom kavramı, maddenin en küçük yapı taşına verilen isimdir. Atom gözlemlenmiş veya hesaplanmış değildir, teorik bir kavram olarak maddenin parçalanamayan en küçük birimine verilen isimdir. Fakat günümüzde atom kavramı, atom altı parçacıkların varlığından sonra bu doğrultuda kullanılmamaktadır. Bu bakımdan Antik dönemdeki atom diye tabir edilenin, günümüzde bilimin halen keşfetmeye çalıştığı maddenin parçalanamayan en küçük yapı taşına eşdeğer manada olduğunu bilerek bu satırları okumanız daha faydalı olacaktır.
3.2 Yeni Fizik
Çağdaş bilimin gelişimi sürecinde, atomculuğun yeniden ortaya çıkışının ardından Newton’un çalışmaları çok önemlidir. Zira atomcu bir anlayış sergilemiş, mistisizmin ve cancılık düşüncelerinin bilimde yeri olmadığı fikrini savunmuştur. Newton, geliştirdiği fizik yasaları ile maddenin ve maddenin ve özündeki hareketi oldukça akla yatkın şekilde açıklamayı başarmıştır.
1- “Her şey, başka bir şey ona etki etmediği sürece bulunduğu durumda kalır.”
2- “Harekette olan her şey, hareketine doğru yönde ivme kazanır; başka bir deyişle hareketine devam etmeye çalışır.”
3- “Her şey, başka bir şeyin ona uyguladığı kuvvetle aynı büyüklükte ve zıt bir kuvvette tepki verir.”
Newton’un hareket yasaları başta olmak üzere bütün çalışmaları, dönemine kadar gelinmiş bilimsel gelişmelerin bir sentezi niteliğindeydi ve her şeyin sebebini, döneminin sorunlarına göre “kusursuz” açıklıyordu. Evren, kurulmuş bir saat gibiydi ve belli yasalar etrafında dönmeye devam ediyordu. Tanrı, bu yasaları ve mekanı yaratmış; o zamandan beri mutlak bir düzen etrafında evrende zaman akıyordu.
Atomlar, birbirleri ile birleşip daha büyük şeyleri meydana getiriyorlar; dışarıdan bir etki uygulandığı zaman da birleştikleri noktadan ayrılıyorlardı. Her şey, diğer şeylere kütlesi oranında bir kuvvet uyguluyordu, güneş sisteminde eliptik yörüngelerle dönen gök cisimleri oldukça düzenliydiler. Tüm evren, bir ahenk içindeydi.
Galileo’nun özellikle astronomi alanında yaptığı çalışmalar önemli olsa da, benim değineceğim asıl konu bu çalışmaları yapmasını sağlayan teknolojiyi geliştirmesi, yani optik alanındaki çalışmalarıdır. Teleskop ve mikroskop daha öncesinde icat edilen araçlar olmasına rağmen Galileo, iki alet için de çok önemli geliştirmelerde bulunmuştur. Hatta 1614’te yaptığı mikroskopla sineklerin kürke sahip olduğunu dahi keşfetmiştir. Merceklerin geliştirilmesi ile daha uzağı ve daha yakını görebilmemiz mümkün olmuş; bu da önemli keşiflere kapı aralamıştır. Özellikle Robert Hooke’un hücreyi, canlılığın en küçük birimini keşfetmesi ile mekanistik görüş büyük bir gelişme sağlamıştır. Pek çok canlı sistemi mikroskobu ile gözlemleyen Hooke, bu gözlemlerinin ardından şunları söylemiştir:
“Bu ilkel yaşam ve bitki çeşidinin doğasına bakabildiğim kadarıyla, beni saf mekanistikten başka uygun bir neden olduğuna ikna edebilecek en ufak bir sav bulamadığım sonucuna varmak durumundayım.”
3.3 L’homme Machine
Bu yazı dizisine ismini veren kitap olan L’homme Machine, yani İnsan Makinesi’nin yazarı Julien Offray de La Mettrie, bir tıp doktoruydu ama felsefeyle de ilgileniyordu. 18. yüzyılın ilk yarısında yaşamış ve oldukça genç bir yaşta ölmüş olan La Mettrie, en çok İnsan Makinesi ve Ruhun Doğal Tarihi kitapları ile bilinir. Bu kitaplarda mutlak bir materyalizm görüşünü savunur ve Descartes’in ikili (zihin-madde) anlayışına karşı çıkarak zihinin doğal dünyadan bağımsız hiçbir gerçeklikte varolmadığını öne sürer. Doktor olduktan sonra tabip subay olarak Fransız Ordusu’nda çalışan Julien, yaralanmaların ve çarpışmaların insan aklına, duygusuna, davranışlarına ne denli etki ettiğini gözlemlemiş; bu manada zihnin ve ruhun dinamiklerinin de fiziksel nedenlerle, hareketle, mekanikle açıklanabileceğini düşünmüştür. Ayrıca canlı dokular bedenden ayrılsalar dahi kendi başlarına hareket edebiliyorlar, uyarıldıkları zaman irkilebiliyorlardı. İrkilebilirliği gözlemlemesi ve askerlik sırasındaki tecrübeleri, La Mettrie’nin insanın bütünüyle makine olduğu hakkındaki tezinin en önemli temelleri oldu.
La Mettrie, yaşamın tamamiyle fiziksel bir açıklaması olabileceğine inanıyordu. Fakat o dönemde yaşayan hemen hemen herkesin yaptığı gibi, o da şansı reddediyordu. Her şey tam bir düzen ve gereklilik içerisindeydi. Yaşam ve evren, kusursuz işleyen bir saat gibiydi; belli kurallar çerçevesinde her şey olması gerektiğine varıyordu.
Peki ya, evrenin tüm güçlerini ve onu oluşturan varlıkların konumlarını bilen, anlayan bir canlının varolduğunu düşünürsek, bu canlı geçmişi ve geleceği kusursuz bir şekilde göremez miydi? Bu düşünce deneyi, Pierre-Simon Laplace’e aittir ve çeşitli kaynaklarda Laplace’in Şeytanı Paradoksu olarak belirtilir.
Materyalist ve nedenselci görüşleriyle Laplace’in meşhur hikayesini hepiniz bilirsiniz. Napolyon, Laplace’e sorar: “Çalışmalarınızda neden Tanrı’ya hiç atıf yapmadınız?”
Laplace, bu soruya unutulmaz bir cevap verir: “Böyle bir hipoteze gerek duymadım.”
Ne yazıktır ki, Laplace’in Şeytanı henüz şans kavramı ile tanışmamıştı. Evrim Teorisi, Kaos Kuramı ve ardından gelenler aslında hiçbir şeyin bir düzen içerisinde olmadığını, evrenin büyük bir keşmekeş olduğunu gösterecekti.
3. Sonuç
Muhtemelen 19. Yüzyıl başlarında Laplace’in çalışmalarını, La Mettrie’nin L’homme Machine’sini, Newton’un yeni fiziğini ve Descartes’in eserlerini okuyan birisi olsaydım; hiç şüphesiz “Bilim tamamlanmış. İşte temel modelimiz bu.” derdim.
Birkaç sene öncesinde gereklilik içinde, nedensellikle süregelenbir evren fikri beni cezbederdi. Derdim ki, minik bir sistem kursam (ama çok çok minik) ve bunun her parçasının konumunu görebilsem, her kuvveti bilebilsem işte o zaman o sistemin geleceğini görebilir, o sistemin zamanında yolculuk yapabilir miydim?
Fakat bu düşüncelerim içerisindeyken, Kaos Kuramı ve şans kavramları karşıma çıktı. Benim küçük sistemimin asla her parçasını bilemeyeceğim, asla geleceğini kesin olarak göremeyeceğimi anladığım an oldukça üzücü bir andı. Fakat maalesef, hayatın hayal kırıklığından ve uydurmadan başka bir şey olmadığı gerçeğini öğrenmemiz gerekiyor.
Gelecek kısımda, sizlerle şans ve kaotikliği anlamaya çalışacak; çok derin olan bu kuyudan su çekmeye çalışacağız.
Bilimle kalın.
Kaynakça:
- Peter M. Hoffman. Yaşamın Kökeni, Say Yayınları, 2016.
- Ahmet Cevizci. Felsefe Tarihi, Say Yayınları, 2017.
- Ali Osman Gündoğan. Descartes’ta Mekanizm, Felsefe Dünyası Dergisi Sayı:16, 1995
Eger hayat bir uydurmadan ibaretse, o halde insan fitratindan yukselen mana arayisi cigliklari nedendir?