Kelimeleri zihne kum taneleri gibi düşecek, her bitişinde yeniden başlayacak bir metin.


 

“Ya insanlığımızdan vazgeçeceğiz ya da zamana boyun eğeceğiz.” Bu cümlemin ışığında insanlığımdan vazgeçmek pek bir şey ifade etmiyor bana. Sonuçta ‘insan’ kelimesi de zamana bitişik bir anlam içermiyor mu? Ölümsüz bir yaratık olsa, fiziksel ve ruhsal bakımdan bizim, yani insanlığın, aynı olsa ona yine de insan der miydik acaba? İnsanlığımız fiziksel ölçülerle kilitli bir kalıp mı yoksa daha çok manevi mi? Sanırım ikisi de rol oynuyor burada ama başta demek istediğim şey hiç ölümsüz bir insan tanımayışımızdan kaynaklı olarak ‘ölümsüz’ bir ‘insan’ görsek ona direkt ‘insan’ diyebilir miydik? Bu burada cevaplanmayan bir soru olarak kalsın ama biz aynı yerden devam edelim. Söz gelimi ben hemen şu ân insanlığımdan vazgeçmek istesem veya durumunda kalsam acaba bu eksilme neye göre olurdu? Bilincimi mi kaldırırdım, ama bilinç kendi kendini bilinçsizleştirebilir mi? Duygularımı mı yok etmeye çalışırdım sanki robotlaşıyormuşçasına yoksa fiziksel mânâda bir eksiklik mi yaratmalıyım kendimde? En basitinden yarın şehir merkezinin en yoğun olduğu vakitte caddelerde anadan üryan koştursam insanlığımdan çıkmış olur muyum? Sanki kıyafetsiz ‘daha az’ insan oluyormuşuz gibi.

 

 

Haydi vazgeçtim diyelim insanlığımdan, ilk cümlede kurduğum mantığa göre insanlığımdan vazgeçersem eğer zaman-üstü bir kademeye ulaşacakmışım gibi anlaşılıyor. Bu durumda yukarıda o kadar incelemeye çalıştığımız şeyin ‘mantık’ ve ‘algı’ olduğu anlaşılıyor. Yani, insanlığımdan vazgeçmek demek kendime inşa ettiğim ki benden önce de inşa edilmiş ve edilegelmiş olan, zamansal koniyi yıkmam anlamına geliyor. Ve tüm hayatım, yani mantığım ve algım bu kavramın üzerine inşa edildiği için bu bağlantı koptuğu vakit insanlığımdan, beşeriyetimden kurtulmuş olmam gerekir.

 

 

Yürüyorum, yürürken adımlarımı ne sıklıkla attığıma bakıyorum. Bileğimin hafif yukarı oynamasıyla topuğum yere değiyor ve bir adımı tamamlıyorum. Sarıyor toprağı ayaklarım, sanki inanılmaz hafifmişim de gökyüzüne uçuverecekmişim gibi korkuyor ayaklarım havaya uçmaktan. O yüzden ayak parmaklarım sanki pençeymişçesine yere yapışıyor her adımımda. Yukarı uçmam yok olmam manasına mı geliyor, yukarı uçarsam nelerle karşılaşacağımı bilmediğim bir yenilikler dünyasına gireceğimi mi sanıyorum acaba? Belki de bin yıllardır insanların ayak başa geldiği yerlerden hariç bir mekâna girmek istemiyordur ayaklarım haklı bir şekilde, nasıl öbür insanlar bu humusun üzerinde hayat için mücadele ettiyse benim ayaklarım da mücadelesini bildik bir ortamda yapmak istiyordur.

 

 

Başımı ve gözlerimi sahilden yana çeviriyorum, bu falezin üstünden güzel bir manzara bu. Başımı sahile doğru hareket ettirirken kendimi bir savaş gemisinin üstündeki sayılı savaş toplarından biri gibi hayal ediyorum. Yok etmeye kilitli iki çift göz ile ateş ediyorum pare pare kumsala, sahile, güneşe ve denize. Yok ediyorum tüm özgür isimlerini onların. Sınırlandırıyorum onları “sahil” diye, “güneş” diye. Üstünde nesillerdir yaşadığımız ve yaşanan bu koskoca dünyayı kendi isteklerim yüzünden taciz etmiş olmuyor muyum böyle bir bakıma? Ama isim vermeseydik gördüğümüz her bir şeye biz, insanlık, gelişip serpilebilir miydik böyle? Söz gelimi Sümerler yazıyı bulabilir miydi, Homeros Odysseia’ini yazabilir miydi? “Arrival” diye bir film vardı, oradaki uzaylılar zamanı devinimsel düşündükleri için ‘zaman’ diye bir kavram icat etmemişlerdi kendilerince. Yaşayıp gidiyorlardı onlar, dönüp dolaşıyorlardı öyle. Orada onlarla anlaşmaya çalışan dilbilimci kadının nasıl zorlandığını hatırlıyorum. O filmde sorulan soru genel çerçevede bence şuydu; dil onu kullanan kişi üzerine onu ‘ölümsüz’ yapabilecek kadar büyük bir etki kurabilir mi? Bu işin bencesi “Hayır.”, ancak insanlar buna bayağı inanmış görünüyorlardı mesela. İnsanlar kendilerini şak diye ölümsüz yapacak gökten düşen bir elma bekliyor demek ki yıllardır. Fakat bu soru bende farklı bir etki bırakmıştı. Ben bir ânda yarının Pazartesi olduğunu unutayım mesela, ama benim algıma göre benden bağımız olarak da Pazartesi gelecektir yarın, nitekim gelir de. Ama ben ona Pazartesi dediğim için ve her takvime baktığımda, insanlara günü sorduğumda sürekli lineer bir ilerleme gördüğüm için mi böyle düşünmeye başladım? Bence tarım devrimiyle başlayan bir sınıflandırma bu, ‘rutin’ denen kavram girdiği vakit hayatımıza, gün içerisinde belirli olarak bir takım aktiviteleri ilerideki günlerde de aksatmadan yapmaya başladıysak, bir güzel zamanın potası içinde erimişiz demektir diyorum içimden.

 

Time Transfixed, Rene Magritte, 1938

 

Ben böyle kendi kendime mantık kurmaya çalışıyorken hafif bir rüzgâr gelip sarmalıyor beni. Zamanın kıskacından kurtulmak istiyorsam bile zamanı reddettiğimde rüzgârı da hissedemeyeceğimi fark ediyorum. ‘Geçmişlik’ üzerine olan, bir süreç alan ve olan hiçbir şeyi algılayamayacağımı görünce hafif bir korkuya kapılıyorum. Ürperiyorum. Sonra bir bakıyorum ki bu ‘geçmişlik’ hissi bizim olgulara bağlanmamızı sağlayan yegâne temellerden birisi. Bu geçmişliği isimlendiriyoruz yıllarla, yüzyıllarla çünkü biz de ait olmak istiyoruz. O uzun süreci birebir yaşayamadık, ama o zamanları bize hatırlatan gelenekleri yaşatmaya çalışıyoruz. Düşünüyorum, hayata bir gün son bulacağı için sarılıyoruz, ki bu acımasız ittirici güç bize kendimize ve bizden sonrası için bir şeyler katmamızı sağlıyor ve geçmişlik bizimle beraber tabuta girmiyor ama biz onun bir parçasıyla beraber toprağa yatırılıyoruz. Bir kemanın yarattığı o ince ve hisli çizgide cambazlık yapmaya çalışıyoruz. Yarın ölümsüz olsak mesela hepimiz, bir ânda öyle, oluşturulan kitap listeleri, film listeleri vb. önemlerini zerre kadar koruyamaz bence, nasıl olsa önümüzde daha çok vakit olacaktır. Değer verilecek bir geçmişli olmayacaktır o zaman çünkü ulaşamayacağımız bir geçmişlik ortadan kalkmıştır.

 

 

Üstünde oturduğum rayın bulunduğu kayalıklara dalgalar ulaşmaya başladı şimdi de, belime kadar ıslanıyorum. Çıkartıyorum üstümdekileri bu sebepten, öyle ıssız bir falezin ortasında, rayların arasında çıplak bir şekilde içiyorum insanlığımı, varlığımı. İnsan olmak muhteşem bir şekilde tatmin ediyor o ân beni, ah, hissetmek etrafımı, rüzgârı, dalgayı. Rayların titrediğini hissediyorum bu sefer de, aklıma izlediğim western filmlerindeki Kızılderililer geliyor. Kulaklarını dayayarak raylara, trenin ne kadar yaklaştığını hesap ediyorlardı. Ama ben titreşimi direkt kalçamda hissetmeye başlıyorum ve aklımdaki görüntüleri silip trenin düdüğünün geldiği yöne doğru bakıyorum ve trenle burun buruna geliyorum bu ânda. Tren beni sanki bir kumdan kaleyi darmadağın eden sarıca bir iş makinası gibi boşluğa sürüklüyor. Kendimi binbir parçaya bölünmüş hissediyorum o çarpışmayla beraber. Binbir parçamla öyle parlak yıldız tozları gibi boşlukta süzülürken, bir elin parçalarımı toparlayıp bir kum saatine koyduğunu görüyorum. Her parçamı kum saatine koyduktan sonra saati baştan aşağı çevirip kum saatinin o basit mekanizmasını harekete geçiriyor. Ve başladım mı yoksa bitiyor muyum bilemeden öylece akmaya başlıyorum.

 

muharrem enes erdem