Sizce Klasik Türk Müziği tarihini şekillendiren önemli izler nelerdir ve önemli sanatçılar kimlerdir?


 

 

Türk müzik tarihi çok önemli kişilerle dolu. Biz bunları tabii ne derece önemsiyoruz onu bilemem. Ama Farabi’den başlatıyorlar Türk müzik tarihini. Farabi çünkü çok önemli bir aynı zamanda müzik bilimcisi. Farabi’nin kitabında kanunun, udun ölçüleri, bugünküne yaklaşık benzer ölçüler var. Bunlar aynı zamanda Pisagor teorisi ile de bağlantılı. Yani birbirlerinden o derece etki almışlar ki… Bu çok önemli diye düşünüyorum. Çünkü Doğu sazlarını ilk defa Farabi’de görüyoruz ölçülendirilmesini. O dönemden kalmış bir müzik eseri yok.

 

Safiyyüddin Urmevî var. Bütün bunlar Türk olarak söylemeyeceğim ama bu coğrafyanın yetiştirmiş olduğu, belki Farsî olabilir, belki Arap olabilir o dönemlerde bu coğrafyanın kullanmış olduğu makam sisteminin ortaya konmasını sağlayan önemli kişiler, müzikologlar. Tabii ki Meragalı Abdülkadir. Meragalı Abdulkadir’in günümüze ulaşmış eserleri var. Bu eserler hakikaten çok önemli. Bunlar tabii ki sözel gelenekten geliyor. Sözel gelenek Türk müziğinde önemli bir gelenek çünkü, biraz önce bahsetmiştim belki, hafızlık geleneği var. Hafızlık geleneğinde ezberlersiniz o eserleri, belki kafanızda binlerce eser vardır. Onlar öğrencileriniz yoluyla gelecek kuşaklara geçer. Klasik Türk Müziği’nde mevlevihanelerin çok önemli yeri var. Dergahların önemli yerleri var. Mevlevihanelerde bütün bu hafızlık geleneğinden yola çıkarak birbirlerine aktarılmış sözlü yapıtlar günümüze kadar, şöyle diyelim 19. yüzyıla kadar, gelmişler. Ondan sonra notaya alınmaya başlamışlar. Modern notaya. Ama daha önce mesela 16. yüzyılda önemli birkaç isim var. Bir tanesi Ali Ufkî. Ali Ufki aslında bir Polonyalı prens. Bobowski. Fakat oradaki olaylardan dolayı işte Türkiye’ye, Osmanlı’ya geliyor, burada yaşıyor, ismini değiştiriyor vesaire.

 

Ali Ufkî çok önemli bir müzikolog oluyor, aynı zamanda bir bilim adamı. Ali Ufkî’nin Mecmua-i Saz ü Söz, yani saz ve söz mecmuası diye bir şeyi var, defteri var. Mecmua var, oluşturmuş olduğu. 400, 500’den fazla o dönemin eserlerini toplamış, derlemiş tıpkı türkü derlemesi gibi. Onları yayınlamış. Bu çok önemli bir belge bizim tarihimizde. Ondan sonra Kantemir var. O da Moldovyalı Prens Dimitri Kantemir. O da kendi ülkesindeki iç karışıklık sonucu Türkiye’ye geliyor. Belli bir şekilde burada yaşıyor ve Prens Kantemir’in Edvar’ı, onun kitabı da çok önemli. O da aynı şekilde yayınladığı hem kendi eserleri var hem toplama eserleri yayınlamış. Şimdi bunlar çok önemli belgeler. Çok önemli dokümanlar. Bunlar bence dünya müzik tarihinde de önemli değerlere sahip çünkü bu konunun önemli müzikologları, bilginler sempozyumlarda bu tip isimleri biliyorlar ve sürekli bunlara atıp yapıyorlar yapılan akademik çalışmalarda.

 

Türk müziğinin iki kolu var dönemlerde rastladığımız şekilde. Bir mevlevihaneden yetişmiş olan bestecilerin bulunduğu kol. Itrî gibi, Dede Efendi gibi. Bütün bunlar, hepsi mevlevihane geleneğinden gelerek o hafızlık geleneğini devam ettirmişler, belli bir İstanbul tavrıyla bu işi sürdürmüşler. Onun yanında farklı tarikatların kendine özgü müzikleri var. Mesela Bektaşî tarikatının kendine özgü müzikleri var, Kadirîlerin var. Onların hepsinin ayrı şeylerde dini müzikleri var, zikir müzikleri var ve ortaya koymuş oldukları bazı sanat müzikleri var. Tabii ki cemevlerinde Alevilerin oluşturmuş olduğu çok önemli bir halk kültürü var. Bağlamanın özellikle ön plana alındığı, Pir Sultan Abdal’ın, Karacaoğlan’ın; bütün bu bizim halk ozanlarımızın ortaya koymuş oldukları muhteşem eserlerin yüzyıllar boyunca günümüze gelmiş olan yapıları var. Bütün bunlar inanç sistemleri bağlamında, değişik yerlerde, öbek öbek günümüze kadar gelmiş. Bütün bunların araştırılması, incelenmesi zaten yapılmış ve yapılmakta, bundan sonra mutlaka yapılacaktır. Bütün bunların çok büyük önemi var.

 

Ali Dede Efendi’nin belki Klasik Türk Müziği’nin en üst noktası, Zekai Dede’nin belki en üst noktası olması… Bunlar çok önemli. Yani Zekai Dede’den sonra bir devir kapanıyor. Hacı Arif Bey’in gelmesiyle daha hafif müzik, daha şarkı devri başlıyor. 20. yüzyıl çok daha ayrı bir devir. Dolayısıyla işte bütün bunlar söyleniyor.

 

Halk müziğinin yazılı kaynakları biraz daha geç başlıyor. Yani 20. yüzyılın başlarına doğru, 19. yüzyılın sonlarına doğru ilk defa halk müziği kaynaklarından böyle bir ilgi doğuyor. Bu da dünyadaki milliyetçilik akımlarının gelişmesi ile başlıyor. Bir etnik şekilde bakma, biraz daha etnisizme girme, değişik etnik yapıların etnik kültürlerinin araştırılması şeklinde. O etnik yapıların nasıl kültürlere sahip olduğu, nasıl müziklere sahip olduğu araştırılıyor. Bunlar dünyanın konjonktürel yapıları gereği Osmanlı’da da oluyor. Baktığımız zaman bütün bunların hepsi çok önemli. Fakat ortaya biz bunları hiçbir zaman çıkartmamışız, çıkartamamışız. Biz bunları pazarlayabilecek kadar ya da ne bileyim Salzburg’da bir Mozart’ı çikolata reklamı yapabilecek kadar bizim ticari zekamız pek olmamış, yani tamah etmemişiz bunlara. Ne bileyim, orada Mozart var Salzburg’da, çok önemli bir besteci. Adamı yani kimsesizler mezarlığına dahi gömüyorlar ama daha sonra sahip çıkıyorlar. Bizde de böyle şeyler var yani maalesef sağlığında bilinmeyenler ama biz onları hala bugün, şey yapıyoruz, göz ardı ediyoruz. Fakat bunları kullanırsak, bu kültürü kullanırsak bu insanları dünyanın önemli müzik insanları haline getirebiliriz. Çünkü hakikaten önemli.

 

Mesela benim yaptığım Türk Valsleri albümü sosyolojik açıdan da önemli bizim için. İlk vals… İlk vals demeyelim tabii ki. Vals Avrupa’da Alman, Avusturya kökenli bir dans. Daha öncesi de var “ländler”den kaynaklanan bir üç zamanlı ritmik yapı var. Bütün bu besteciler, Avrupalı besteciler, bu anlamda eserler yazmışlar. Ama Strauss’un Mavi Tuna valsi 1860’larda filan yazılmış. E bizde 1820’de Dede Efendi’nin yazdığı Yine Bir Gülnihal var mesela, bundan 40 yıl önce. Şimdi baktığınız zaman, bu bir vals şeklinde yazılmış bir eser. Tabii bariz ben onu vals olarak değerlendiriyorum, vals olarak tanımlarsak tabii ki. Bir semai aslında, semai usulüyle yazılmış. Avrupa tarafından baktığınız zaman bu bir vals.  Eğer Dede Efendi, Yine Bir Gülnihal’i Mavi Tuna’dan 40 yıl önce yazmışsa o zaman burada bir değer var. Bunu ortaya koymamız lazım. Ben Mavi Tuna’yı küçümsemiyorum bunu yapmakla. Dede Efendi’ye de Mavi Tuna’nın üzerinde bir önem atfetmiyorum ama ortaya koyuyorum sadece. İnsanların uyanmasını sağlıyorum. Yani bu var ama bu da var.

 

Dolayısıyla bu dönemde bizim de dünya kültürüne önemli katkılarımız olmuş. Bunları neden ortaya koymuyoruz, neden bunları kullanmıyoruz? Benim amacım çok gerçekçi. Ne bir şovenlik taslıyorum, ne bir milliyetçilik taslıyorum, ne bir evrenselcilik taslıyorum ne bir Avrupacılık taslıyorum. Sadece çok gerçekçiyim. Benim elimde şu değerim varsa şu anda, ben bunu görmüyorsam o zaman ben bakar körüm. Benim yapmam gereken şey ortada var olan kültürü alıp bunları işlemek değerlendirmek, kaynaklarını ortaya koymak ve bunları dünya kültür tarihine armağan etmek, “Bu da masaya benim katkım.” diye sunmak. Ben bunu yapmaktan ibaretim. Dolayısıyla ve bütün herkesin de bu zihniyette olmasını önemsiyorum çünkü bunu yaptığınız zaman, o zaman kendinizi ortaya koymuş oluyorsunuz, kendinizi ifade etmiş oluyorsunuz.

 

Bugün Türkiye’nin yurt dışında itibar kaybetmesinin en büyük sorunlarından biri de kültürel kimliksizlik. Çünkü değişik hükümetler geliyor zamanda. X geliyor, o gidiyor, başka biri geliyor. Bunların hiçbirinin bir kimlik politikası olmamış. Biz kimiz, biz neyiz? Kimisi diyor ki “Biz şuyuz.”, kimisi diyor “Biz buyuz.”, “Yok biz bu olalım.”, “Biz bu olalım.” diye kültürel kimlikler arasında bir bocalama var. Halbuki siz onların hepsisiniz. Hepsini olduğu gibi göstermek zorundasınız onun için geniş vizyon sahibi hükümetler, geniş vizyon sahibi devlet adamları bekliyoruz biz bugün kendi kültürümüzle, kendi kimliğimizle dünyada var olabilmek için. Buna bizim olanak tanımamız gerekiyor. Bu şekilde biz davrandığımız zaman kendi kültürümüzü, kendi vizyonumuzu ortaya koyduğumuz zaman bütün yönleriyle bunları ortaya koyarsak o zaman bizim hiçbir şeyden korkmamamız, kendimizi ifade ediyor oluşumuz lazım.

 

Şimdi bir millet… Bir insan diyelim, milleti bırakalım, bir insan kendini ifade ettiği takdirde ancak vardır dünyada. Buna toplumsal olarak baktığınız zaman da, milletlere böldüğünüz zaman da bir millet kendini neyle ifade edecek? Tabii ki var olan zenginlikleriyle, kültürel kaynaklarıyla. Bunları ifade ettiği zaman kendini ortaya koyar. O millet ne kadar ekonomik sıkıntı geçirse, ne kadar savaş sıkıntısı geçirse bile hiçbir zaman yıkılmaz, ayakta kalır. Bakın Almanya’ya, yani bombalandı, edildi, İkinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıktı ama süper güçlerden biri oldu. Bakın Japonya’ya, büyük bir teknoloji. Atom bombası attılar iki tane, o kadar insanı öldürdüler ama iki tane bombadan sonra bir teknolojik dev oldular. Dolayısıyla bizim ille de böyle büyük yıkımlar geçirmemiz gerekmiyor. Biz de çok büyük bir yıkım yaşadık. Ama biz silkinirken kendi değerlerimizi ortaya koymaktan çekiniyoruz gibi geliyor bana.