Kırmızı’nın yolculuğu daha da derinlere iniyor ve okuyucuyu hızlı bir düşünce trenine davet ediyor. 


 

2311 numaralı odanın önüne geldiğinde O’nu gördü. Gözünün önünde hiç unutamadığı anılar, hiç unutamadığı gecelerde almış olduğu ilaçlar aklına geldi. Tesadüftür, hiç beklenilmeyen zamanlarda anılar, göz önüne gelirdi. Anıların içerisinden koşan çocukları ve ellerindeki uçurtmaların rüzgârda uçuşunu hatırladı. Bir uçurtma kolay yapılamazdı. Uçmasını istediğin yüksekliğe göre tasarlanır, rengi gökyüzüne göre uyarlanırdı. Ama anılar ve hatıralar uçurtma misali gözden kaybolurdu. Renkler ise gökyüzünde kırmızıya dönüşürdü. O anda kırmızıyı nerede bıraktığını hatırladı, döne döne getiremediği anılarının içerisinde bıraktığını anladı. Gözden kaybettiği insanları, terminallerde bıraktığını hatırladı. Terminaller, insana acı verirdi. Hatıralarımızı, verdiğimiz değer ölçü birimi içerisinde sıralar ve ona göre sarılarak veda ederdi insanoğlu. Son sarılacağımıza sıra geldiğinde, zamanın hiç geçmeyecek olduğunu ya da on saniyenin bile saliseler kadar hızlı tükenebileceğini zannederdik. İnsanoğlu zannettikleriyle ayakta kalabilirdi. Varoluşumuz gereği, kendimizi kandırmak, bizi güçlü tutacağını zannettirirdi. Oysa insan kendini kandırdığında kaybederdi. Anıları da ellerinden aynı hızla kayıp giderdi. Kayıp gidenler ancak terminallerde bulunabilirdi. Kırdığımız kalpler, aldattığımız kadınlar ve terk edilenler o terminallerdeydi. Kırmızı da bir gecede terk edilmişti. Sokak çocuklarıyla arkadaş olmuş, tinercilerle aynı sigarayı paylaşmıştı. Şarabın renginin kırmızı olduğu günden itibaren, şaraplar hep acıtırdı. Acı, unutulması zor bir eylemdi. Eylem olmasa belki de acıtmazdı. Sokakların bir dili olduğuna inandığı geceden itibaren, sokakları terk edemiyordu. Terk edilenler arasında olmaktan gurur duyuyordu sokaklar. Bu yüzden de sokaklar ona hep sarılan taraf olmuştu. Bir kadının dediğine göre, ‘‘ona sarılmak, dünyanın en mevsimsiz bölgesinde mevsime dokunmak kadar zordu.’’ Oysa sokaklar, tüm mevsimsizliğiyle ona sarılıyordu. 

 

 

İnananlar ve inanmayanlardan oluşan bu dünya içerisinde Kırmızı, şiire bütünsüz inanıyordu. Kendini sokaklarda kaybetmiş olduğu bir gecede, elinden bir derviş tuttu ve eline bir şiir kitabı sıkıştırdı. Kırmızı, ‘‘Bu, nedir?’’ Dedikten sonra Derviş ona, ‘‘Hakikatine ve hissedemediğin kalp atışlarına can verecek’’ dedi. Kırmızı, o günden sonra elinden şiir kitaplarını hiç düşürmedi. Gittiği her yerde bir şiir sayfası bıraktı; arkasından onu takip edecek olan âşıklara, bir armağan olarak bağışlıyordu. Şiirlerin elinde hiç kalmadığını gördüğü anda ise tekrar dervişin ona gelmesini beklercesine şiir yazmaya devam etti. Yazdığı şiirleri hiç bir zaman okumadı. Ama onları kalp atışlarında hissedebiliyordu. Şiir, insanoğluna kalp atışlarını hissettirdiği müddetçe, nefes almanın da bir umuda bağlı olabileceğini kanıtlıyordu. Kırmızı, kanıtlanabilecek tüm bilimsel anekdotları çürütmek istediğinde artık hiç şiir yazamaz hale geldi. Derviş’in ona söylediği cümleleri, sorgulamaya ve hayatın içerisindeki metinlerin altlarını çizmeye başladı. Âşıklara uzun ömürler bahşeden dervişlere ulaşmak istercesine uzun yıllar bekledi. 

 

 

Beklenti içerisinde beklemek, bir beklenti içerisine girmekten daha acımasızdır. Vakit, insanlar için tasarlanmış ama sabırla ödüllendirilmiş bir felsefenin parçasıdır. Oysa zaman onun için artık damarlarında dolaşan kandan daha yavaş akıyordu. O anda şiir defterini çıkardı ve uzun süredir bakamadığı kelimelere ‘‘merhaba’’ dedi. Merhaba eşliğinde kelimeler saygı ile eğildi. 

 

 

Bazen kurşun kalemin çıkarmış olduğu siyah ve beyaz karışımı olan izler, vücudundaki kalan yaralara benzerdi. Her benzettiğinde de yaralarına tekrar dokunurdu. İnsanoğlu tarihte karamsarlığı kötülüğün felsefesine eklemiştir. O ise bu felsefe bütünsüzlüğünü artık bozmak istiyordu. Cebinde sahibinin kim olduğunu bilmediği bir kalem buldu. Yazdığı defterin her sayfasını karaladı, rüzgârın ellerini eylemsizleştirdiğini hissettiği halde güneşin, ellerini kırmızı renge dönüştüreceği, etraftakilerin, onu dışladığı vakitsizliğe kadar umursamadan devam etti. İşi bittikten sonra güneşe baktı, adeta acınan halde gözüktüğünü, güneşin ve ayın, ona tepeden bakmasında anladı. Tüm dünyanın dengesi o anda değişmişti. Etrafında dervişler, hayat kadınları ve ellerinde kırmızı renkte şarapları olan şarapçılar vardı. Elinde gecenin koyuluğunda parlayan kırmızı kan damlacıklarını gördü. Karalanan defterler, vücudunda yaraya yol açmıştı. Çünkü şiirler insanoğlunun yaralarını anlatırdı. 

 

 

Kırmızı, bilinmezler arasında gelgit hesapları yaparak hayatı anlamaya çalışıyordu. Dün gidemediği memleketine, yarının geleceğine doğru sefer halindeydi. Bütün umutsuz vakalar ile tanışmış, kaideler arasında verdiği savaşta kaybetmiş olduğu dostlarını aradı, bu sefer sırasında. Bulamadığı tüm gerçekler arasında varoluşundan habersiz, tüm geçmişini aradı durdu. Ellerinden, kayıp giden zamana ve anılara baktığında, uçurtmaları gördü. Gökyüzünde dans eden ve kırmızı renge bürünmüş uçurtmaları gördü. Keşke kendisi de uçurtmalar kadar özgür olabilseydi. Bir bedene sahip olmak, tüm prangalardan kaçmamıza engel oluyordu. Tren yolculuğu yaparak çöllerden geçti, çöllerin kurak dokusuna dokundu, öpmek istedi. Yaz yağmurlarının sert geçtiği bölgelere, emsallerinin daha gözükmediği kadınlara dokundu. Kadınların açtığı yaraları, onlarsız iyileştirmek istedi. Lakin yaralarını kapatamadan başka ufuklardaki yaralara tanıklık etti. İnsanoğlunun ilk var olduğu ana ve bölgeye gitmek istedi. Sahil kasabalarından geçti, kumsala kavuştuğu anda O’nu gördü. Kırmızı elbisesinin içerisinde, rüzgârın esintisinde, gözlerini kaçırıyordu. İlk gördüğü anı hatırladı, ellerine dokunduğu ilk günü, dudaklarına dokunamadığı günleri hatırladı. Kimsesizliğin içerisinde, ona açtığı kimseyi hatırladı. İmkânsızlıklar eşliğindeki kilometreleri aşıp ona gittiği günleri, kalbinde hissetti. Bedenini ona teslim edeceği günü hayal etti, o anda. Tarifi okyanusları aşan aşkın içerisinde bir kez daha âşık olduğunu anımsadı. O ise saçlarını dalgalara kaptırmamak için ülke değiştirmek istercesine kaçtı. O, hep kaçan taraftan olmuştu. Kırmızı elbisesinin arasında bir anda gözden kayboldu. Cibran, ‘En güzel aşklar, okyanusun kumsala kavuşması ve ayrılması gibidir, zamanları geldiğinde kavuşur, zamanları geldiğinde ayrılırlar’ der. Bu anekdotu okuduğunda Kırmızı, şiire yeni başlamıştı ve uzak diyarlara gitmemişti henüz.

 

 

2311 numaralı odanın önüne geldiğinde, tekrar O’nu görebilmek uğruna verdiği savaşları hatırladı. Bütün düzensizliklere, bütün yolsuzluklara ve bütün yol çalışmalarına savaş açtığı günleri hatırladı. O’na ulaşmak, bütün yenildiği savaşlara bedeldi. Yaralarının, O’nun yanında iyileşebileceğine inanıyordu. Artık çok yorgundu. O’nu ve kırmızıyı aramaktan bitap düşmüştü. Tüm şarkı sözlerinde kendisini buldu, tüm çalgılarda kendini hissetti. Güneşin kızıllığında, ayın esrarengiz soğuğunda kendini fark etti. Boş odaların önünden geçerken dolu olma ümidiyle tek tek kapıları çaldı. Beş katlı ve üç yüz odalı bu otelde kimseciklere sesini iletemedi. Gitmek istediği yerin alan kodunu hatırlamaya çalıştığında, senfoni orkestrasının içerisinde kendisini buldu. Senfoni orkestrasına baktığında, tüm insanları O’na benzetti. Tek tek dokunmak istercesine koştu, koştu. Ensesinde hissettiği sıcaklıkla birlikte kendisini bir anda yerde buldu. Orkestradaki tüm bireyler, ona acıyan gözlerle yukarıdan baktığını anladığı anda gözlerini kapattı. Gözlerinin kapanışında, kaybettiği hayalleri hatırladı. Hatırlamak o anda hiç olmadığı kadar acı verdi ona. Artık hiçbir otelde kalamayacağının garantisini verdi, o gün. Tek ümidi bir yerlere ait olmaktı. Boş odalarla çevrili olan bir otel odasında bile yer edinememişti! 

 

Vurgun yemiş kalpler durağı burası,

Kırık kalplerin, yalan dünyanın yeri burası,

İhanetin, aşkın ve tutkunun göz kapakları,

Hırsın ve şehvetin damarı, Varlığımız yokluğumuzun kaidesi, Cennetin kapısı burası.

                                                                                                                                                        Yazar

 

Kırmızı’yı son gördüğünde, sohbet etmek istercesine ona yaklaştı. Dokunmak istediği anda, Kırmızı ondan kaçıyordu. Kırmızı ona, ‘‘Dokunma!’’ dedi ve devam etti, ‘‘Dokunmak eylemi, bir insanı ürkütebilir, onu kimsizlikleştirirken, kendisinden ve senden soğutabilir. Dokunma eyleminin, sevginin bir yansıması olduğunu düşünen insanoğlu, kendini hep kandırmış ve onlara dokunmaktan kaçanlara doğru gitmiştir. İnsanoğlu işte! Sevgiden kaçan, sevgisizliklere kucak açan bir et parçası.’’ Kırmızının sözleri ona, O’nu hatırlattı. O’nu hatırlatan her şeyden kaçmak istercesine uzaklaşmak istiyordu. Oysa hiçbir yere gidemediğini anladığında, olduğu yerden sadece geçmişe bakıyordu. Kırmızı’ya, ‘‘Doktordan, senin ömrünün ne kadar kaldığını öğrendim’’ dedi. Umursamaz bir bakış attı Kırmızı ve ekledi, ‘‘Ömrüm, tüm ömürlere feda, tüm âşıklara güç versin. Kelimelerim ve şiirlerim, tüm dervişlere hediye edilsin. Son güneş battığında, son ay doğduğunda ancak ömrümün zamanı o zaman ölçülebilir.’’ ‘‘Gözlerini kapattığında, beni hayal et hayal ettiğin bana seslen ve beni takip etmeyi bırak. Ben, takip edilemeyen ve kaçan aşkların olduğu şehirlerdeyim. Ancak aşkını yakaladığında beni tam anlamıyla bulabilirsin. Unutma!’’

 

 

Boş odalar geçmişini hatırlatırken telefon sesleri günahlarını hatırlatıyordu. Günahı bol olanın telefonları acı çalardı. Acı çalan telefonlar ya ölüm haberinin ya da kötü bir haberin nöbet tutan bekçilerine benzerdi. Nöbet tutan bekçiler işlerini bir an önce bitirip sıcak yataklarına kavuşmak isterken, acı çalan telefonlar kötü haberi bir an önce söylemek isterdi. Üzülme duygusu paylaşılarak artar. Ne tuhaf? Bilgi de paylaşılarak artar ama birbirlerinin tam tersini yaşatır insanoğluna. Bilgiden de üzüntü duyan insanları hatırladığında gözlerini açtı ve uyandığını hatırladı. Uyanmak eyleminin mesai saati başladığında düşünceler birden madde haline dönüşüyordu. Tıpkı işe geç kalmak istemeyen bir beyaz yakalı gibi durakta bekliyor, çamur sıçratan ve hızlıca geçen arabaları kötü düşüncelerine benzetiyordu. Kötü düşünceler de insanların beyninden hızlı bir şekilde geçerdi ama sıçrayan çamur gibi izler bırakırdı. Çamurun renginin kırmızı olduğunu fark ettiği anda doktora sorduğu soruyu hatırladı. ‘Kırmızının ömrü ne kadar’ sorusunun cevabını bulabilmek için kabileler arasında yaşadı; sahil kentlerini dolaştı ve kumsala Halil Cibran sözleri karaladı, denizlerin silip götüreceğini bile bile. ‘‘Sahi ya’’ dedi! Kalıcılığı garanti edilemeyen onlarca felsefeyi, kan revan içerisinde yaşatmaya çalışıyordu, o ve kimsesizler.

 


Kapak Görseli: GOSTI