Şirket yöneticiliği üzerine “Gerçek başarı kendini tamamen gereksizleştirmektir.” demiştiniz, bu cümlede neyi kastediyorsunuz?


 

 

Şimdi gerçekten bir dünya düzeni var. İnsanların parça parça kurduğu bir dünya düzeni var ve mevcut şeklini almış. O kadar çok aktör var ki şu anki bu oyunda. Tam bir kaos içinde gibi gözükse de çok da böyle sistematik çalışıyor. Özellikle para ile alakalı politikalar oturmuş durumda. Geri kalan bütün politikalar da, bütün kalan sistemler de o para sistemine bağlı olduğu için dünyada oynanmakta olan oyun çok büyük, değiştirilemez bir hâl almış durumda.

 

Ama yine de dünyadaki şu düzen, şu sistem aslında bir oyun. Yani bir düzenek, bir uydurma bir şey. Esas hayat bu değil aslında. Bu bizim kendimiz için, kendi problemlerinizi çözmek için, hayattaki problemlerimizi, Maslow’un ihtiyaç piramidindeki bütün ihtiyaç katmanlarını çözmeye uğraşırken bunu sağlayan sistemimiz bu bizim. Para üzerine, emek üzerine, çalışmak üzerine, birinin problemini çözmek üzerine, uzmanlaşmak üzerine oyun oynuyoruz. Ama neden oynuyoruz? En nihayetinde aslında mutluluğun peşinden koşmakla alakalı bir serüvenin sonucu bu sistem.

 

Bu sistem hakikaten önce şunu söylüyor sana: “Ben bir değerim kendi başıma.” Yani bir neyim? Diğer insanların işine yarayabilecek şeyler yapabilen bir değerim. Yani değer üreten bir değerim. Aslında ben bir sermayeyim. Kendi sermayemim. Kendime aitim. Bu sermayenin sahibi benim. Bunu çalıştırıyorsun. Gidiyorsun bir iş yerine, çalıştırıyorsun, bir değer üretiyorsun. Sana oradan para veriyorlar ve sen o parayla tabii geçiniyorsun. Yani en temel ihtiyaçlarını da karşılıyorsun, çok ihtiyacın olmayan şeyleri de karşılıyorsun. “Bir yeni kıyafet daha alayım.”, “Yeni bir tatile falan gideyim.” bir şeyler yapıyorsun böyle. Arkadaşına doğum günü hediyesi falan da alıyorsun. Parayı bitiriyorsun. Şimdi yine iş yerine gidiyorsun. Yine kendini çalıştırıp değer üretiyorsun. Kendinden kazandığınla, kendini geçindirirsen öyle bir döngüye giriyorsun ki hayatın boyunca hep o iş yerine geri dönmek zorundasın. Çünkü paran bittiğinde sermayen para kazandırır sana. Sermaye bundan ibaret. O zaman bu hep iş yerinde kalmak zorunda kaldı hayatın boyunca.

 

Ama aslında şunu yapabilirsin; sermaye illa etten kemikten, kendin değilsin. Başka şeyler de var aslında değer üreten. Onlara da sahip olabilirsin. Yani neyden bahsediyorum? Kendini götürmek yerine, iş yerinde başka şeyler olur, onlara sahip olabilirsin. Mesela bir restorandaki bir kahve makinesi, o da değer üretiyor. Ne bileyim işte birtakım şeyler, yani iş yerlerindeki şeyler, değer üreten şeyler, bilgisayarlar, işte yazılımlar, otomatik sistemler, santraller… Ne bileyim işte yani. Bir fırındaki fırınlar, ocaklar; bir restorandaki kaplar kaçaklar…  Bunların hepsi aslında orada çalışan şeyler ve onlar da değer üretiyorlar.  Eğer onların sahibi olabilirsen sen iş yerinden gitsen bile hâlâ tabaklar iş yerinde olduğu için, onlar çalışmaya devam ettiği için sen nihayet onların sırtından kazanabiliyorsun. 

 

Bu dünya buna izin veren bir dünya. Biz bunu bir türlü anlayamıyoruz. Bize ısrarla tek sermayenin kendimiz olduğunu, tek değeri bizim üretebileceğimizi anlatmışlar. Yani şu “Emekçi”. Emekçi kelimesi, emekçilik edebiyatı çok fazla bize anlatılmış ve başka alternatifi olmayan bir yaşam tarzı gibi bize öğretilmiş. Emekçilik aslında, dediğim gibi, bir çıkmaz sokak, bence çok büyük bir yutturmaca. Dünyada herkes emekçilikten çıkmaya çalışıyor. Yani kişiler sermaye olarak kendi bedenlerini kullanmayı bırakıp cansız değer üreten şeylerin sahibi olmaya çalışıyorlar. Böylece kendilerini kurtarıyorlar. Kendilerini bu büyük oyundan kurtarıyorlar ama oyunun kurallarına uyarak.

 

Yani şöyle, oyun şunu söyler: “Diğer insanların ihtiyaçlarını çözmek zorundasın. Aksi takdirde barınamazsın. Çünkü bütün insanlar senin ihtiyacını çözüyorken sen de tabii ki diğer insanların ihtiyacını çözeceksin.” Ama sen çözeceksin derken illa senin çözmene gerek yok. Bir şekilde çözülmesini sağlasan da okey. Oyunda hâlâ kuralların içinde. Sen çözmezsen de sermayen çözer; sahip olduğun bilgi, sistemler çözer. O zaman hâlen sen hizmet ediyorsun sayılıyor. Mesela ben şu anda burada sizinle konuşuyorum ama aslında ben şu anda fabrikadayım. Yani ne anlamda? Sahip olduğum şeyler var, fabrikada çalışıyorlar. CNC tezgahlar olabilir, benim yaptığım tasarım dosyaları, birtakım şeyler var, fikrî konular var, konseptler var, patentler falan filan. Onlar şimdi nerede? Fabrikadalar, değer üretiyorlar. O yüzden de ben hâlen müşteriye hizmet ediyorum ve müşteriye hizmet ettiğim için ben şu anda oyunun kurallarındayım ama bakın bir yandan da işte böyle laklak yapıyoruz, goygoy yapıyoruz. Bu çok önemli. Bence başarı budur. Oyunun kurallarını bozmadan kendimizi dışarı çıkartabilmek.

 

Orada gerçekten de Maslow’un ihtiyaç piramidinin daha da yukarılarına çıkmanın başka yolu yok. Orada şey var, kendini gerçekleştirmek diye bir şey var. Çok az insanın aslında bu hayat meşakkatinde fırsatı olan şey. Hayat nedir? Yaşamak nedir? Aslında yani, bu oyun değildir ki hayat. Bu oyunu kuran şey nedir? Yani biz nereden geldik, nereye gidiyoruz? Ne bileyim işte onun tadı nasıldır, bunun tadı nasıldır? Bir gün kaybolmak nasıldır, bir gün doğmak nasıldır yani? Bunları dünyaya gelmişken gerçekten yaşamak lazım. Esas kayıp işte bunları yaşayamamak; bu kadar dünya gelip, bu mucizeyi gerçekleştirip, bu imkansız şeyi başarıp ondan sonra tam orada “Biraz şununla oynayayım, biraz bakayım, biraz araştırayım.” yapamamaktır. O yüzden başarı bu fırsatı yakalamaktır. Bu fırsatı da ancak ve ancak hayatı iş zannetmediğinizde ortaya koyarsınız.

 

Ama şu var, hayat çalışmak değildir deyip bir ormana giderseniz sefalet çekersin. Hayat önce geri kalanlara ihtiyaçlarını vermektir. Bunu verirken de sistemleri araya sokarak vermektir, kendinizi çıkartmaktır. Ondan sonra da işte o “Varoluş nedir?” onunla alakalı kafa patlatmak, eğlenmek, denemek, yanılmak, araştırmaktır. O anlamda ben başarıyı kendini gereksizleştirmek olarak görüyorum. Yani kendini gereksizleştirmek ama hâlâ sahip olduğun şeylerin de diğer insanlar için gerekli olmasını sağlamak. Yoksa gerçekten gereksizleşirseniz yok olursunuz. Yani bu oyunun sunduğu o harika meyvelerden faydalanma şansı hiç kalmaz. Şu anda hiçbirimiz kendimizi hayatta tutacak kabiliyette değiliz. Hepimiz birer gerçekten aciz yaratıklarız. En “Benim!” diyen bile üç gün yalnız olsun, onu medeniyetten kopartın bir yere koyun, hayatta kalamaz yani. Bizler artık diğerlerine muhtacız. Diğerlerinin verdiği şeyler olmadan hayatta kalamayacağımız için diğerlerine de biz devamlı bir şey vermek zorundayız. O yüzden gereksizleşmek felaketimizdir. Ama dediğim gibi oyunun kuralını anlarsak işte bu şekilde kendimizi çıkartma şansı oluyor. Bunu erkenden fark edenlerin de şansı var. Bütün planlarını buna göre yapanların şansı var.

 

Bir de en son şunu söyleyeyim, o yüzden bunu anlayanların şunu yapması gerekiyor: Kendi vücudunuzla kazandığınız parayla, gidip iş yerinde harcadığınız mesai var ya, oradan kazandığınız parayla sakın geçinmeyin yani. O zaman siz kendinizi oraya tutsak ediyorsunuz. Böyle dünyanın en fakir insanı gibi sadece hayatta kalacak kadarını kullanmanız lazım o paranın. Geri kalan kısmıyla alışveriş yapmayın yani, o zaruri ihtiyaçlar dışındaki şeyler var ya; sakın, sakın, sakın vücudunuzla kazandığınız parayla öyle şeyler almayın. Onun yerine o parayla gidin size o ayakkabıyı alacak olan makineyi, işte sizi o tatile götürecek olan kahve makinesini, sermayeyi, neyse, o cihazları, o aletleri, o yazılımları alın. O e-ticaret sitesinin aylık bedelini ödeyin o parayla ki o e-ticaret sitesi çalışıp size oradan pasif gelir getirsin. Siz pasif gelirinizle, yani vücudunuzu kullanmadan kendi başına başka şekillerde ürettiğiniz değerlerle gidin hayatta o diğer ihtiyaçlarınızı karşılamaya başlayın. Aksi takdirde kendi kendinizi zincirliyorsunuz ve dediğim gibi kendinizi o dünyadan çıkartamıyorsunuz, esas varoluşun arayışına hiç çıkamıyorsunuz. Netflix’teki dizilerle kalırsınız yani onu diyeyim.