Henry Ford’un “Benim sıfırdan başladığımı söylüyorsunuz ama bu doğru değil. Hepimiz eldekilerle başlarız; fark yaratan bunları nasıl kullandığımızdır.” sözünü nasıl yorumlarsınız?


 

 

Ne olursa olsun herkes bir şeyin nasıl yapılacağını onu yapan insandan öğrenmeye çalışıyor. Soruyorlar “Nasıl yaptın, nasıl yaptın?” o da hakikaten “Şöyle yaptım, böyle yaptım.” falan filan diyor. Tamam bilgiyi alıyor. “Tamam,” diyor “Böyle yapmam lazımmış, şöyle yapmam lazımmış.” Ama yapamıyor. O zaman soru şuna dönüşüyor: “Onun bildiği şeyleri ben de biliyorum ama hâlâ onu yapabildiği şeyleri ben yapamıyorum. O zaman konu bilgi değilse nedir?” Gidip ona bir daha soruyor: “Nasıl yaptın?” Yani nasıl yaptığını istediğin kadar bil, kitabını oku -zaten çoğunun biyografisinde nasıl yaptığı böyle bütün detayıyla, başından geçen her şeyiyle anlatılıyor- ya da istersen Google’da çok güzel araştırabilirsin; hakikaten hâlâ sen yapamıyorsun. Bir şey söyleyeyim mi? Yani şöyle yapamıyorsun derken “Deniyorsun, deniyorsun olmuyor.”dan bahsetmiyorum. Herkes dürüst olsun kendisine. “Yapamıyor.”dan şunu kastediyorum: Kıçını kaldırıp yapmıyor. Gerçekten yapmıyor.

 

Herkes şu anda bütün o bilgiyle paralize olmuş, felç olmuş durumda yani. Herkesin böyle zihinleri dolu ama eylemsiz. O zaman, konu bilgi değil. Bizim o zaman ihtiyacımız olan şey bilgi değil, bizim ihtiyacımız olan başka bir şey var. Hakikaten yeterince eşelediğimiz zaman… Bazen o başarmış insanlar bile bunun çok farkında olmayabiliyorlar. Ama onların da aslında ellerindeki gizli sır, gizli güç: Mecburiyet. Gerçekten mecbur kalmak. Bu mecburiyet konusu çok garip bir şey. Bu bir his bence yani. Siz diyebilirsiniz ki bana… Dışarıdan izlersiniz beni, görürsünüz hayatımı. Benim açıkçası herhangi bir şeye mecbur olmadığımı düşünüyor olabilirsiniz. Ama aynı şekilde ben içimden bir şey yapmaya mecbur hissedebilirim.

 

Takıntılar vardır. Mesela temizlik hastalığı olan insanlar vardır. Dersin ki: “Evin temiz ya, vallahi temiz. Daha ne kadar çitileyeceksin?” dersin, o da der ki: “Evim temiz değil ve benim onu temizlemem lazım.” O bir mecburiyet hisseder ve o mecburiyettir ona deli gibi temizlik yaptıran şey. Şimdi gerçekten de o yüzden konu bilgi değildir. Konu mecbur hissetmektir. Şimdi hissiyata gelelim. Hissetmek. Ben nasıl mecbur hissedeceğim? İnan ben bunu bilmiyorum. Yani keşke şöyle bir şalteri olsa mecbur hissedebilsek. Çünkü her şeyi yaptıracak şey sadece o olduğu için bütün düğüm orada çözülüyor. Mecbur olduğunu hissetmekten geçiyor.

 

Bazısı dertlenir. Hani böyle çok istemek var ya çok istemek, bir şeye ulaşmayı çok istemek. Herkes yeterince istersem yaparım falan zannediyor ya gerçekten bir alakası yok yani. İstemekle hiçbir alakası yok. İstemek senin biraz kalkmanı sağlar, bir iki atmanı sağlar. Ama gerçekten sonunda istekle yolun ortasında kalırsın. Seni sonuca ulaştırmaz. Çünkü biraz yürürsün sonra yorulursun. Yorulunca istek de gidiverir. Böyle dersin ki: “Ben niye buradayım ya? Buraya niye geldim yani? Şu anda istek de gitti.” Öyle başa dönersin. Devam etmeni sağlayacak tek bir şey vardır, yorulduktan sonra da devam etmek mecburiyetle alakalıdır. “Benim başka çarem yok.” dedirtmek demektir.

 

Bu bizim beynimizin nasıl işlediği ile alakalı bir şey bence. Zaten içgüdüsel olarak kurulmuş mekanizmalar da var. Yani işte efendim “Ben örümcek görünce…” Ne yaparsın? İstediğin kadar yorgun ol, hatta ayak tabanında yara olsun; deli gibi koşarsın mesela. Anladın mı? Üstüne böyle atsalar örümceği… Bazı şeyleri, hayatta yapamayacağını zannettiğin şeyleri yine yaparsın. İnsanlar can havliyle, belli korku ve kaygılarla acayip şeyler yapabiliyorlar. İnsanlar ölüme gidiyorlar ya ölüme gidiyorlar! Bunların neden olduğu ile alakalı şifre hepsi; bilgi eksikliği falan, hazır olmak, yetenekli olmak falan değil; bazıları mecburiyeti hissediyor, bazıları hissetmiyor. O yüzden bir yerde takılıyorsa “Ben neyi az biliyorum?” falan filan ya da “Ben neyi istiyorum?”, “İstediğim şeyi bulsaydım yapardım. Demek ki, bunu istemiyormuşum.” falan değil. Sen henüz mecburiyeti bulmamışsın, henüz mecburiyetle tanışmamışsın.

 

Bir anlamda günümüzde bunu yaşamak çok zor hâle geldi. Özellikle gençler, zaten mecburiyet yaşamasınlar, hissetmesinler diye bakılıyorlar. Yani sıkıntı çekmesinler diye. Sıkıntı çekmeye hiç alışmayan kişi hiç o şeyle, hayatın gerçekten o sevimsiz tarafı ile hiç karşılaşmıyor. E onunla karşılaşmazsan kendini iteklemek için, kendini zorlamak için hiçbir sebep bulamazsın. O yüzden ben özetle artık insanların “Neden motive olamıyorum?” falan filan hikâyesinde diyorum ki: “Sen daha mecburiyetin tadına bakmamışsın.” Onu yaşamış olsaydın… Çünkü en sevdiğim laflardan bir tanesi o: “Gerçekten ne kadar güçlü olduğunu, ne kadar bilgili olduğunu, ne kadar hızlı olduğunu, hepsini gerçekten güçlü olmaktan başka çaren kalmadığında göreceksin. Ondan önce de asla kendi tanıyamayacaksın, limitlerini asla bilmeyeceksin.” O yüzden sen öğrenmeye falan da çalışma. Kendini uçurumdan atmak, diye bir şey yap. O tabiri kullandık vaktizamanında eskiden bir YouTube videosunda.

 

Uçurumdan atlamak. Gerçekten aslında uçma kabiliyeti olduğunu biliyorsun. Niye? Çünkü diğer insanların uçabildiğini görüyorsun. Uçmak derken başarmış insanlar. O insan başarmışsa aslında sen de başarabilirsin. Ama o uçma kabiliyeti mecbur olursan gelir. O zaman diyeceksin ki: “Bu insanlar uçabiliyorsa ben de uçabilirim, atlıyorum.” Ondan sonra uçarsın yani. Senin her zaman eksiğin uçurumdan atlamak aslında. Onu yaptığın anda gerisi acı, korku dolu da olsa garantili, çözümlü geliyor. Bir yandan da niye insan keyfi yerindeyken uçurumdan atlasın ki yani? İşte. Ama atlarsanız artık diğer insanlara “Bunu nasıl başardın?” falan filan demek yerine onun başarmak zorunda olduğu hissiyata siz de ulaşırsınız, siz de başarırsınız yani.