Kalabalıktaki silüetleri aydınlatarak insanın ruhu ve zihnine aynı anda dokunabilen ender bir metin.


 

Arda kalan insanlar ve unutulanlar…

Birey gözlerini açtığı ilk andan itibaren başlar ağlamaya. Onu ağlatan sebep anne karnında annesi sayesinde aldığı arıtılmış nefes alışverişinden çıkıp gerçek ve acı olan nefesi ilk defa tatmış olmasıdır. Böyle başlarız dünyaya merhaba demeyi ama böyle de öğreniriz dünyanın ilk gözyaşını dökmeyi. Ağlama dürtüsünü bu kadar erken deneyimlediysek o halde neden alışamayız ağlayan insana ve kendi ağlamalarımıza? O halde neden ağlayan insandan her zaman çekiniriz ve ağlayan insanı dışlarız?

 

İnsanoğlu gözünü açtığı andan itibaren tanımaya başlar kendi keşfettiklerini. Öğrenme güdüsünün sonsuz oluşunu, merak duygusunu, isteklerini ve arzularını. O halde neden çok merak edeni sevmeyiz, seveni de yanındakiler ile birlikte uzaklaştırırız? Kendi benliğimizi oluşturan ve bizi ufuklara götüren basamakta önemli temel yapı taşı oluşturan merak güdüsünü gizler ve bu güdüye sahip olanları ise bir yerlere göndeririz. Evrenin içerisinde yaşayan her ebeveynin doğan çocuklarından ilk beklentisi, evlatlarının düzgün konuşmaya başlaması ve ilk adımlarını atmasıdır. Oysa çocuklarımıza konuşmayı ve yürümeyi öğreten bizler, onlar büyüdüklerinde fazla uzağa gitmemelerini ve fazla konuşmamalarını isteriz. Bizler insanoğlu! Buradan mı başladık kaybetmeye? Hayat yolculuğunda kaybedilenleri görmemeye?

 

 

Kimdi içtiğimiz kabın sahibi? Ona madde anlamını katan ve ter akıtan, hamurunu yoğuran ve pişiren kimdi? Dudaklarınızı yaksa da getirdiği kap, çömlekçinin kendi kutsal gözyaşlarıyla ıslattığı kilden yapılmıştır. Emeğini gözetmeksizin sinirlendiğimiz zaman masaya vurduğumuz kaba kaçımız dönüp baktı? Her gün basamaklarını nefes vererek çıktığımız binaların inşasında kanı akanlar kimdi? Bencilliğimizin dışa vurum sağladığı bölgelerde hareket ederken, dışarıda bize karşı üzgün bakan kimdi? Her gün, önlerinden geçerken kendi dertlerimizi düşünüp görmediğimiz mülteciler ne için kaldırımlarda oturuyorlardı? Binlerce kuyruklu otobüs sıralarında beklerken hangimiz etrafımıza dönüp baktık? Ayakkabıları yırtık, kış gününde montsuz olan çocukları görmeyen gözler bizim sahip olduğumuz gözler değil miydi? Neden o gözler bize yaratıldı, kulaklarımız yan dairedeki eşini döven erkekleri duymamak için mi yaratıldı?

 

Bize bahşedilenleri fark etmeden yaşamak ne acı! Küçüktün, küçük olmaya devam ederken bir öğle vakti dışarıda ki bağırış seslerinden ötürü balkona çıktığında gördüğün cenaze arabasına ve ağlayan insanlara baktın, etrafındaki insanlar tarafından sana söylenilen ‘Ateş düştüğü yeri yakar cümlesini ilk kim söyledi? O yaştan belliydi nankör yetiştirileceğimiz. O yaştan belliydi gözlerimizi kapatacağımız ve kulaklarımızın işitmesini istemeyeceğimiz. Ne yazık ki, zaten yapmamızı istemeyen bir dünyaya kucak açmıştık. 

 

 “Bir hayvanı öldürdüğünüzde tüm kalbinizle ona şu sözleri söyleyin: Seni katleden aynı güç tarafından ben de katledilebilir, ben de tüketilebilirim. Seni ellerime getiren yasa, beni de daha yüce ellere teslim edebilir.”

-Halil Cibran

 

 Düşünme zamanı ey okuyucu! Nefes aldığın her vaktin değerinin geçtiğini, incittiğin kalplerin geri gelmeyeceğini, baktığın gözlerin bir gün kapanacağını düşünme vakti. Çok satılan listelerde adının başında aldığı unvanıyla gururlanan insanlar verdikleri öğütlerde mutlu olmanın yollarını ve iksirini yazarlar. Yazdıkları iksirlerde cümlelerin kökü ise ben ve sen diye başlar ama kimse biz kipini kullanmaz. Mutlu olmanın ve iyi olmanın yolundan geçen ben ve sen kelime kökleri bizim mutlu ve iyi olmamızı sağlamak yerine her asırda kan akıtmıştır ve akıtmaya devam edecektir. Kombilerimizin son derecelerde yandığı ve elimizde sıcak içeceklerin olduğu anda diğer elimizde okuduğumuz kitaplar, izlediğimiz televizyon programları ve internette dönen kişisel gelişim videoları bizi o an mutlu ederken, sabahın erken saatine işe gitmenin yoluna koyulurken kaldırımlarda gördüğümüz mültecileri görmememize de yol açmıştır.

 

Çünkü mutlu olmanın yolu bencillikten ve kendimizi düşünmekten geçer. O halde biz neden düştüğümüz anda yardım istiyoruz? Mutsuz olduğumuzda neden ilk aklımıza geleni arıyoruz ya da sıkıştığımız da neden ülkeden kaçıp gitmek istiyoruz? Mutlu olmanın ve iyi olmanın yolları ‘ben ve sen’ olmaktan geçiyor ise o zaman mutsuz olduğumuzda da yine mutluluğa dönebiliriz yüzlerimizi. Gözyaşları akan birisine acıyarak baktığımız zaman çok iyi ayakta durabiliyor isek kendi gözyaşlarımız aktığında neden ağlayacak omuzlar arıyoruz? Geçerli olan rengimiz sarı ise eğer milyonlarca birey o sarıya dönüştüğünde aralarından seslenerek doğru olan bu renktir gelin birlikte doğruyu bulalım, kanmayın ve aldanmayın diyen insanları nerelere gönderdik bizler?

 

 

Kim bu kaybedenler ve görmediklerimiz arkadaşlar? Kim? Bir babanın evladı, bir annenin yavrusu değil mi bu kaybettiğimiz kadınlar? Kaç Ünzile daha kaybettiğimizde anlaşılacak bir kadının değeri? Üzerimize giydiğimiz kumaşların ne kadar da güzel elbiseye dönüştüğünü ve ona ne kadar yüklü paralar verdiğimizi ballandırarak anlattığımız zaman anlatmayız o eseri kimin yaptığını, görmeyiz o dönüşümü sağlayan birinin ne kadar da becerikli birisini olduğunu.

 

Mutlu olmak ve keyif almak için gideriz pikniğe, kamp yapmaya değil mi? O halde neden düşünmeyiz ateşin kıvılcımının bizim eğlencemize katkı sağlarken ağlattığı ormanları? Ne de olsa devasa bir otelin yeri hazır olmuş olur böylelikle, ‘yaşam merkezi barındıran içerisinde’. Şunu bilmeyiz, o yaşam merkezi kısa bir sürede yapılsın diye sigortasız ve güvenliği olmayan işçilerin bir kaçının ölmesini. Yaşam barındırmayan yaşam kentleri! Ne de olsa birkaç insan değil mi? Üzerimizde oturan deri kavramını barındıran montların ve kürklerin oluşması içinde birkaç hayvanın öldürüldüğünü de bilmeyiz. Der ki Cibran: Pazar yerinden ayrılmadan önce hiç kimsenin evlerine boş ellerle dönmediğinden emin olun. Çünkü yeryüzünün ruh efendisi, herkes ihtiyaçlarına asgari ölçüde ulaşmadan huzurlu bir uyku çekmeyecektir.’

 

Sözcüklerin bittiği, nefeslerin durduğu bu cümlede dikkatimi çeken Pazar kavramı ve yeryüzünün ruh efendisidir. Peki kaçımız fark ediyoruz inançlarımızın da bencilleştiğini? Kendi isteklerimiz ve elimizdekileri altına çevirmek yönünde olduğunu. Her zaman inançsız olana kötü gözle bakılır oysa inanç kavramını bencilleştirmişsek ne farkımız kalmıştır inançsız olmaktan? İnançlı olan birey bencil olabilir mi? İnanç kavramı bencillik midir? Peki, Pazar yerlerinde el emeği yetişen ürünleri alırken kaçımız o el emeğine saygı duyuyoruz? Çiftçinin gözlerine bakmak ve alın terine teşekkür etmek akıllarımıza geliyor mu? Evlerimize dönerken taşıdığımız ağır poşetleri zevk ve şevk ile götürürken arkada kalana bakıyor muyuz? Bakıyor muyuz Pazar sonrası yerleri toplayan kaybetmiş dediğimiz insanlara? Gerçekten kaybettiklerimiz kendi kaybetme sorumlulukları yüzünden mi kaybetmişlerdir yoksa birileri kazandıklarını görmesinler diye mi sürülmüş ve kaybetme yoluna girmişlerdir?

 

Kimileri elveda etti bizi korumak adına,

Kimileri gözlerini yumdu bir dava uğruna,

Gel gör ki ardındakileri,

Yaşayasın yarınlık adına,

Sev, say ve özgür bırak ellerini,

Gör, gözle ve göster gözlerini,

Duy, duymalarını sağla ki,

Yarında seni duysunlar insanlık adına,

Sırtını çevirme insanoğluna,

Merak et, sorgula ve tanı,

Yarın evladın tanıdığında bilsin onu tanıyanı.

Ey kalp; olur da bir gün ruhun da beden gibi kaybolacağını söylerlerse sana, cevap ver onlara, ‘‘Çiçek solar elbet, ancak tohum baki kalır.’’

-Halil Cibran