Tarih biliminin öğrenim süreci ve mutfağına dair akademik fakat samimi bir metin.
Herkese merhaba!
Bir tarih öğrencisi olarak, tarihin ana kolunu olan metodolojiye epey ilgi duymaktayım. Bu doğrultuda tarihin bilimselliği, yazılışı ve yorumlanışıyla ilgili bir yazı kaleme almak istedim. Yazımda tarih metodolojisiyle ile ilgili okumuş olduğum üç kitapla ilgili notlarımı ve yorumlarımı dört kısıma ayırarak derledim. Bu yazı belki de onlarca kişi tarafından okunacak ve internet dünyasının içindeki es geçilen milyonlarca yazının arasında kendisini bulacak. Yine de yıllar sonra bir kişi bu yazıyı bulduğunda bilinçlenir ve insanlığım geçmişi adına bir şeyler başarır. Şimdi sizi 2. kısım ile baş başa bırakıyorum. Keyifli okumalar.
II. Kısım |
Türkiye’deki Tarihçiliğin Sorunları
Türkiye’de 1980 Darbesiyle birlikte jandarmacı yani devlet aklına asla tehdit olmayacak ve devlet aklını bütünüyle savunacak tarihçilik ve tarih anlayışı inşa edilmiştir. Bunun yapılma nedenini, 1968 ve 1978’deki öğrenci ve siyasal hareketlenmelerini ülkeyi kaosa sürüklemesi ve ülkenin gerçek manada bir varoluş tehlikesi yaşaması ile örtüştürebiliriz.
Askeri darbe, 1982 Anayasası’nın oylanmasıyla ve 1983’teki genel seçimlerin yapılmasıyla bitti gibi görünse de aslında askeri vesayet devletin tüm kurumlarına çok tesirli bir şekilde nüfus etmişti. Bu nüfus, gerektiğinde tarihçilere ve araştırmacılara ısmarlamacı bir şekilde 12 Eylül Darbecileri’nin ideolojik bakışları doğrultusunda tezler hazırlatıyordu. Bu tezleri daha detaylı incelemek için yazarında kitabında belirttiği üzere 1980 Askeri Darbesi öncesi ve sonrası TTK ve TDK gibi kurumlar incelenebilinir.
12 Eylül’ün felsefesi sadece akademik cemiyetin kontrol altına alınmasıyla sınırlı kalmamıştı. MEB’e bağlı Talim Terbiye Kurulu ile ilk ve ortaöğretim öğrencileri Ankara’da 12 Eylül felsefesiyle hazırlanan tarih kitaplarıyla eğitim görüyor, milliyetçi-muhafazakar bir çizgide, kendi içine kapanık(ülke ve millet olarak) ve komşularını hep tehdit unsuru olarak gören bir anlayışla yetiştiriliyorlardı.
Türkiye’deki tarihçiliğin en başlıca problemlerinden biri hep kendi halkının haklılığı ve yüce olduğu bakış açılı tarih yazıcılığıdır. Tabii ki tarihte her ulus yükseliş ve güçlü dönemler yaşamıştır. Bu yaşayışlarda övünülecek onlarca hatta yüzlerce hadiseyle doludur. Fakat belirtmek istediğim hadise şu ki tarih sadece geçmişi okumak değildir. Kimi zaman ona bakıp geçmişe karşı eleştiriler yapıp, gelecek adına bu yanlışları bir daha uygulamamak için adeta bir kılavuzdur.
Niçin ve Nasıl Tarih?
Tarihin ne faydası veya faydaları olabilir? Bu soruya klasik verilen “ecdadımızın şanlı geçmişini öğrenmek” yanıtı dışında yanıt, soruyu kimin sorduğuna göre değişir. Eğer ki bu soruyu sıradan bir vatandaş soruyorsa verilebilecek en realist cevap güzel bir hobi kaynağı ve sohbet, muhabbet konusu olacağıdır. Eğer ki bu soruyu bir devlet adamı soruyorsa, tarih onun için devlet yönetiminde çok büyük bir tecrübeler bütünü ve kılavuz niteliğindedir.
Maalesef tarihçiler, bir kimyager gibi çok ölümcül bir hastalığa ilaç üreterek çözüm bulamıyorlar. Veyahut bir uçak mühendisi gibi sizlere daha iyi ve güvenilir uçaklar tasarlayarak, kısa sürede varmanız gereken yere uçak vasıtasıyla gitmenizi sağlayamıyorlar. Tarihçiler bir kimyager ve bir uçak mühendisinin daha az hata yaparak daha iyiye ve sonuca ulaşması için geçmişte yapılan bilimsel ve teknik çalışmaları kaydederek bu çalışmalara yapanlara ışık tutuyorlar.
Ders Kitaplarında Tarih Yazıcılığı
Ne yazık ki var olan ideolojik ve siyasallaşmış tarih anlayışı burada da kendisini göstermektedir. Fakat olaylara soyut bir pencereden baktığımızda da eğitim amacı zaten vatandaşa devletin o günkü ideolojisini aşılamaktadır. Nasıl ki devletlerin dini yoksa, devletlerin ideolojisi de olmamalıdır. Dinler geçmişin ideolojisi, ideolojilerse bugünün dinleridir yorumunu getirebiliriz.
SSCB’nin yıkılıp, Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle Dünya’da küreselleşme döneminin başlamasıyla sınırların ve ayrımların sona ereceği, dolayısıyla ideolojik sorunların kalmayacağı bir dönem beklendiyse dahi durum ne yazık ki tam tersi yöne evrildi. Bugünün dünyasında insanlar bırakın yabancı ülkelerin vatandaşlarına güvenmeyi, kendi ülkesi içerisindeki farklı bölgelerin insanlarına hasım ve nefret gözleriyle bakıyorlar. Dolayısıyla bugünün dünyası küreselleşmeyi ilk aşamada kaldıramadığı gibi mikro ve makro anlamda milliyetçiliği körükledi.
Tarihin Faydaları
Yaşlıların olduğu her toplumda muhakkak bir geçmiş bilinci vardır. İnsan yaşamında ilk önce aile anıları ardından soy merakıyla geçmişe karşı ilgi artar. Deneyim bir birey için tartışmasız çok önemlidir. Fakat bir birey, hayatı boyunca her türlü şeyi deneyimleme imkanı bulamaz. Burada geçmişe başvurmak zorundadır. Geçmişin birikimleri geleceğe ilerlemede önemli referanslar sağlar. Aynı şey toplumlar için de geçerlidir. Toplumların belleği tarihtir. İleriye dönük adımlar geçmiş birikimlerle atıldığı takdirde daha sağlam sonuçlar elde edilir.
Modern bakış açısıyla “tarih bize dünün bugüne nasıl evrildiğini” anlatır. Anlatım; kişilere, cemiyetlere, toplumlara, halklara ve taraflara göre değişebilmektedir. İşini iyi yapan bir tarihçi olaya tüm perspektiflerden bakarak bir anlatım sunar. Eğer ki anlatımda açık bir şekilde taraf tutma varsa o, tarihçilik kostümünde bir ideolojik sözcülüğün kendisidir.
İnsanlar ve toplumlar hikayelerden beslenir. Devletin yani otoritenin büyük hikayesi ise tarihtir. Tarih ulusal durumlarda adeta bir çimento gibi birleştirici, kenetleyici bir etkiye sahiptir. Fakat tarihin birde tarafların eylemleri karşısında sicil defteri olduğunu unutmamak lazım. Yani tarih yeri geldiğinde bir kuşku ve sorgunun kalesi olabilmektedir. Dolayısıyla otoriteler bu gizli gücü lehlerinde kullanmak için ilk çağlardan itibaren kendi yanlarına çekmiştir. Bu, Orta Çağ’da kralların şatolarında bulunan doğu terminolojisiyle “vakanüvisler” olurken, kiliselerde ve manastırlarda dinin lehine argümanlar üretecek ruhbanlar olmuştur.
Peki tarihin bize ne faydası veya faydaları vardır? Öncellikle yukarıda da değindiğimiz üzere tarih, geçmişin birikimleriyle geleceğe ilerlememizi sağlar. Ayrıca bulunduğunuz statüye göre de değişen bir fayda anlayışı vardır. Örnek verecek olursak; bir devlet adamı veya bürokratsanız tarih size devletinizin mevcut iç ve dış politikalarında büyük referanslar sağlayacaktır. Eğer ki normal bir vatandaşsanız tarih sizler için güzel bir hobi veya çevrenizdekilerle verimli bir şekilde gerçekleştirebileceğiniz muhabbetin konusu olabilir. Bunun dışında bir politika güdüyorsanız, etik olmasa da politik söylemleriniz için argüman kaynağı olabilir.
Tarih eğitiminin faydasıysa insan psikolojisinin içerisinde önemli bir yer işgal eden ve erdemlilik açısından çok mühim olan “empati” duygusunun devlet ve toplum perspektifinde bakış kazandırmasıdır.
Tarih bizzat tekrar etmez. Format değiştirir. Yani tarihin yaratıcısı insan yaşamı ne gibi değişimler yaşadıysa tarih o ölçüde format değiştirir. Fakat şunu açık bir şekilde söyleyebiliriz ki insan psikolojisi içerisinde olan kavga, birlik, ayrılık vb. şeyler devlet için savaş, barış, bölünme gibi olgulara dönüşerek hiçbir zaman bitmeyecek ve değişmeyecektir.
Yazarın (John Tosh) eserinde belirttiği üzere tarihin, bilme verdiği katkı inkar edilemez. Fakat tarihi ne bir sosyal bilim ne de beşeri bilim olarak kabul etmek ne yazık ki çok zor. Tarih olsa olsa bu iki bilim arasında melez bir disiplinle birlikte ayrılmaz köprü olabilir.
Hammaddeler
Geçmişin yansıması olan tarihin ilgi yelpazesi o kadar geniştir ki cazibesinden sıyrılmak bir o kadar zordur. Bilakis tarih, sosyal ve beşeri bilimlerin verisi(data) olduğu için insanların ilgisini çekmektedir. Aynı zamanda bilimler arası dirsek teması, “küresel ilerleme” için olmazsa olmazdır. Bir diplomat tarih biliminden yararlanırken, aynı zamanda bir tarihçi coğrafyadan yararlanabilir. Aynı şekilde bir fizikçi deneyinde teknik tarihten yararlanırken, bir tarihçi metot çalışmaları için felsefeden yararlanabilir. Şunu belirtmekte fayda var ki tarih çok geniş ve nerdeyse sonuz bir su kütlesidir. Bunun ayrıştırmasını bırakın tek bir kişi, tarih ekolü ve tarih kurumu; tek bir bilim dalı dahi yapamaz. Dolayısıyla “sürdürülebilir küresel ilerleme” için tüm bilim dalları birbirlerine yardım etmelidir. Bilimi dev bir çınar ağacına benzetirsek bunun kökleri şüphesiz tarih olacaktır.
Tarih çalışmaları yapılırken ilk önce birincil ardından ikincil kaynaklar değerlendirilmelidir. Yazar eserinde hangi kaynakların birincil ve ikincil değerlendirileceği ile ilgili eleştirilerini aktarmaktadır. Bir olayın zamanına yakın bir dönemde kulaktan dolma bilgilerle yazılmış eseri birincil kaynak olarak saymak ne kadar doğrudur gibi bir eleştiri yöneltmektedir. Bu tür olaylarda hem dönemler hem de kişiler titizlikle incelenmelidir.
İnsanoğlu olarak her birimiz her gün tarihi değer taşıyan vesikalar üretmekteyiz. Fakat bunların tarihsel belge niteliğinin kazandırıp kazandırılmayacağı kişinin önemli olup olmadığına göre belirlenmektedir. Belirlenen belgeler iyi bir sınıflandırma neticesinde verimli araştırmalara dönüşebilir.
Yazılan kitaplar bize taraflı veyahut yanlı bir şekilde de olsa o devrin durumunu ve tezahürünü aktarmaktadır. Tarihçiyse dönemi sadece yazılı eserlerden değil; belge, vesika, mektup, ferman ve diğer tarihi belge niteliğindeki eserlerden okuyarak bir izlenim çıkarmakla mükelleftir. Belge ve vesikalar tarihin ana omurgasıdır. Orta Çağ’da bunlar kesişler ve ruhbanlar tarafından dini bir misyonla yazılırken, ortaya çıkan külliyatlar yanlı bir anlayışla kaleme alındığından iç tenkitlerin sağlam yapılması bilimsel hassasiyet için çok önemlidir. Bununla birlikte modern din olarak söyleyebileceğimiz ideolojiler bugünün insanını etkilediğinden dolayı Orta Çağ’da yapılan bilimsel hassasiyeti bugün için de devam ettirmekte fayda vardır.
Kaynak Kullanımı
Özgün ve kaliteli bir araştırmanın oluşturulmasında iki çıkış vardır. Bunların ilki tarihçinin kişisel merakıdır. İkincisiyse araştırma konusu olarak sabitlenmiş alanlar üzerine farklı alt başlıklar üzerinden çalışmalar yapmaktır. Her iki araştırma çıkışını da kaliteli bir eser olarak taçlandıracak asıl olay, tarihçinin tutkusu ve araştırmanın yeni belgeler üzerinden yapılmasıdır.
”Kayıtlar, çok eski zamanlardaki küçük çocuklar gibi, ancak kendileriyle konuşanla konuşur ve asla yabancılarla konuşmazlar.”
-C. R. Cheney
Cheney’in sözü çok önemlidir çünkü bir arşive girecek tarihçi çok sıkı bir eğitim almalı ve kaynakları yüzeysel okumaktan çok, yazıldığı dili iyi bir şekilde bilip derinlemesine anlamlar çıkartıp, eserlerini o tarzda kaleme almalıdır.
Ayrıca çok önemli diğer bir konu ise belgelerinin gerçekliği ve sahteliğidir. Bazı politik zamanlarda birden ortaya çıkmış veya kaybolmuş vesikalar bu durumun anlaşılırlığını kolaylaştırmaktadır. Böyle durumlarda belgenin gerçekliğini teyit etmek için dönemle ilgili ne kadar derinlikte bilgiler verdiğine ve belgenin anlatım olarak ne kadar yanlı bir şekilde kaleme alındığına bakılmalıdır. Ayrıca belge bir el yazısı şeklinde yazılmışsa o döneme ait el yazıları taranmalıdır ve teknolojik cihazlarla ve kimyasal malzemelerle belgenin ne kadar eski olduğu taratılmalıdır. Fakat şunu da bilmekte fayda var ki yazılan her belge bir tarafın vesikasıdır. Yani tarafların iç ve dış yazışmalarıdır. Tarihçiye düşen yegane görev, sürekli kuşkucu olarak belgeler üzerinden okumalarını ve araştırmalarını yaptıktan sonra dönemsel analizler yaparak kendisini politik durum ve bakışlardan uzak tutmaktır.
Politika, Biyografi ve Düşünceler
Bir tarihçi kendisini ne kadar konu olarak sınırlarsa ve dar bir alanda yoğunlaşırsa o kadar konunun uzmanı vasfına ulaşır. Tabii bu alt başlıklar seçilirken popüler konular, gelecek ikbali, dünya görüşü ve moda başlıklar gibi etkenlerde göz ardı edilmemelidir. Önemli olan şey kişinin merakıyla ve azmiyle birlikte o dönem için gerekli ve ihtiyaç duyulan konunun gün yüzüne çıkarılmasıdır.
Siyasetin onlarca tanımı olsa da tarih bağlamında şu tanımı kullanmakta fayda var. Farklı görüşte olan insan topluluklarının, aynı görüşe sahip insanlar tarafından örgütlü bir şekilde demokratik veya anti-demokratik mücadeleler sonucunda iktidara ulaşmasına verilen eylemler bütününe siyaset denmektedir. Siyasal tarih ise bu eylemleri tarihi usul ve metotlarla inceleme uğraşıdır. Tarih siyasetinin yanında var olanı veya iktidarı isteyeni meşrutiyet kaynağı istemine dönüştürmesi her dönemde yaşanan üzücü hadiselerdendir.
19. yüzyılda yaşanan siyasal, sosyal ve ekonomik bunalımlar birçok sosyo-politik ve sosyo-ekonomik fikirleri doğurdu. Bu kapsamda “Düşünce Tarihi” Fransız Devrimi ve Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’nden temel alarak 19. yüzyılın buhranlarıyla filizlenmiş ve 20. yüzyılda mevcut düzenin bunalımlarına cevap verememesiyle meyve verecek duruma gelmiştir. Bu siyasal iklimde pek çok aydın gibi tarihçilerde kendi düşüncelerine ve sınıfsal durumlarına göre politik cephe almaya başlamıştır ki bu günümüze kadar devam etmektedir. Bir siyasal tarihçinin yapması gereken iş inandığı siyasal ideolojinin fanatik bir şekilde sözcülüğünü yapmak değil, bulunan sosyo-politik ve sosyo-ekonomik durumları her perspektiften anlayarak güçlü bir şekilde politikanın yan dallarını da içerecek şekilde analizler yapmaktır.
Ekonomi, Toplum ve Zihniyet
21. yüzyılda tarihçilik ve tarihçiler açısından pek çok gelişme yaşanmıştır. Daha önceleri toplum yerine birey, kamu hayatı yerine “büyük adamların” hayatı incelenirken bu durum 20. yüzyılda ciddi değişikliklere sebep olmuştur. Özellikle Annales Okulu’nun yaratığı ekolle birlikte o döneme kadar pek kale alınmayan sıradan insanların, sıradan toplumların ve sosyal hayatın tarihe girmesi çok önemli bir reform olarak addedilmektedir.
Bu yeni entelektüel rüzgarla birlikte pek çok “gölgeli tarih alanı” kendisine bilimde yer edinmeye başlamıştır. Bunların birisine örnek verecek olursak ilk akla gelenlerden “İktisat Tarihi” olacaktır. İktisat tarihi ile birlikte sosyal grupların ekonomik ve finansal durumlarıyla arz-talep olgusuyla ilgili asırlar boyunca biriken veriler işlenmiş ve çağdaş dönemler için yeni analizler oluşturulmuştur.
Toplumsal hareketlilik tarihin en önemli konularından biridir. Çünkü toplumsal hareketlilik negatif bir şekilde yönlendirildiği taktirde bir kaos ve kanlı ihtilaller olarak tepki verebilme durumuna sahiptir. Siyasi ve sosyal tarihin kesişim kümesi olan toplumsal hareketliliğin tarihi çok önemli bir konu olup, iyi araştırıldığı taktirde “sürdürülebilir küresel ilerleme” açısından çok büyük bir fayda sağlayacaktır.
Sosyal tarihin kaşifi diyebileceğimiz Annales Okulu ve ekolü, siyasi tarihin çok büyük alan işgal etmesine itiraz etse de yeni, birbirinden kopuk uzmanlık alanlarının ve alt başlıkların türemesini de istememiştir.
Gelecek kısımda tarihin teorisi ve kantitatif tarih gibi konulara değinerek yolculuğumuza devam edeceğiz. 3. kısımda görüşmek üzere!
Kaynakça:
- John Tosh, (Çeviren: Özden Arıkan), Tarihin Peşinde, 6.Baskı, İstanbul, Kronik Yayınları, 2019, syf. 75
- S. Özbaran, Tarih, Tarihçi ve Toplum, 3. Baskı, İstanbul 2015,s.31
Güzel bir yazı, Yeni yazılarını bekliyoruz.
Maalesef tarih bize hep bir masal gibi anlatıldı sadece savaşlar ve fetihler… Lise yıllarımda Kemal Kara’nın yazdığı tarih kitabında Kavalalı Mehmet Ali paşa isyanı sırasında Ruslar için söylenen denize düşen yılana sarılır sözünü hala unutamıyorum.
Teşekkürler Fatih hocam. Ne yazık ki durum öyle.