Zihninin içerisinde dört dönen bir anlatıcının düşünce trenine davet eden, absürt bir kurgu metin.


Yatağıma uzanıp gözlerimi kapattım. Koca bir kalabalık, ortasında ben varım. Elimde bir basketbol topu var, durmaksızın sektiriyorum. Etrafımdan beni 0 ile 1 arasında tanıdığını iddia eden tüm insanlar geçiyor. O kadar kontrollüyüm ki bu sektirme işinde, kimsenin kılına bile değmiyorum, bu profesyonelliğim artık insan kulağının duymadığı sesler sınıfına giriyor. Sonra kolum ağrımaya başlıyor. Çok yoruluyorum ve bütün bunlar yetmezmiş gibi boyum da uzamıyor. Bir santim bile. Topu elime alıyorum ve yürüyen insanların ayaklarına bırakıyorum yerden, hafifçe. Herkesin ayağına çarpıyor top, ama herkesin. Bazıları düşüyor, bazıları tökezliyor, bazılarıysa buna çok alışkın, istifini bozmadan yürüyüşüne devam ediyor. Tek bir ortak noktaları var. Kimse bu topun bana ait olduğunu bilmiyor. “Bir gün söyleyecek misin?” diye soruyor göz kapaklarım, kalabalıktaki bana. “Muhtemelen söyleyeceğim, kendine ait sırları mezara götüren bir kadın olmadığım belli. O zamana kadar da kendimle ateşkes ilan ediyorum, kavgama silahsız devam edeceğim.” diye yanıtlıyor göz kapaklarımı ütopik halim. İkna oldum ve derhal gözlerimi açıp ona benzemeye koyuldum.

 

 

Herkesin boyu için kısa gelen, gıcırtılı sesiyle gönüllerde taht kurmuş fakat öne çıkan özelliği bunlardan ziyade açılıp kapanabilmesi olan kahvaltı masasında Aslı’yla oturuyorum. Ağzından çıkabilecek tek dikkate değer cümleyi dahi kaçırmamak için gözlerimi dudaklarından ayırmıyorum ama o peynirli poğaça yemeyi tercih ediyor. Ağzının kenarından hafif baş vermiş lor peynirinin stabil haline altı saniyeden fazla katlanamayacağımı hissedince kahveme dönüyorum ben de. Sabah 7.45 duyarlılık için uygun bir saat miydi, diye düşünüyorum.
 

Aslı bilmediğimiz herkes gibidir. Kahverengi saçlarıyla, kahverengi gözleriyle, kabul edilebilir burnu ve dudaklarıyla, Dünya Sağlık Örgütü’nün onayladığı beden kitle indeksiyle, para üstü alırken gülümsemesiyle, How I Met Your Mother’ı komik bulmasıyla, en sevdiği dondurmanın çikolatalı olmasıyla, vazgeçilmez yiyeceğine patatesli yumurta demesiyle, fikirlerini özellikle sorulmadıkça belirtmemesiyle, 37 numara ayakkabı giymesi ve inandığı hiçbir şeyin peşinden gitmemesiyle Aslı, bilmediğimiz herkes tanımını burada, benim mutfağımda somutlaştırıyor şimdi.

 

 

Bazılarınız bu mutfağa gelirken yolda görmüşsünüz Aslı’yı.
“Aaa” demişsiniz pek de yükselmeyen desibelinizle, “Mutlaka ayarlayalım bi’ ara.” deyip koluna dokunmuşsunuz gülümseyerek. Bari siz yapmayın demek isterdim fakat bilmediğimiz herkeslerin alametifarikası bu, siz de haklısınız. Ben de bazen yaparım bunu, otobüse yetişmeye çalışırken erdemli taklidi icra etmeye çabalarım, emanet durur. Aslı’ya hiç taklit yapmayı istemedim bu yüzden, bir olgu bende emanet durursa Aslı’ya armağan edemem diye. Göz kapaklarım ona betimlenemeyecek derinlikteki dostluklarda verilen armağanlardan vermek istiyordu çünkü. Karşılığında da fikirlerinin saygı görmesini ve ağzının kenarındaki lor peynirini fark etmesini, mümkünse.
 

 

Aslı’yı sevmek zordur, Aslı’yı affetmek daha zordur. Fakat en zoru bu değildir. Aslı’nın giremeyeceği bir kontrol odasına uyarılar bağıran alarm butonuna, sıkışıp kaldığım o daracık asansörde parmağım nasır tutana kadar basmamdır belki zorluk lafını gediğine koyan. Eczaneden nasır kremi almaktır ve kremin yüzüme kahkahalar patlatmasıdır veya. Sükunet sapağını her kaçırışımdan 10 adım sonra merdivenlere yönelmediğim için ve kontrol odalarını sevmediği için Aslı’yı suçlamak da yadsınamaz bir zorluktur. Benim daha iyi kumdan kale yapmam, Aslı’nın daha iyi kumdan kale yıkmasıdır belki de. Bir başka hayatta Aslı’dan sütlaç istemem, Aslı’nın pirincin yerini bilmemesi ve asla sormamasına rahatlıkla en zor diyemesem de asla unutamam, sırf Aslı olduğu için. Bütün Aslı’ların hıncını Aslı’dan çıkarmak, işte bu dişli bir rakiptir.
 

 

Kısa zaman sonra buldum doğru yanıtı, eğer dilinizden düşmeyen bir Aslı’nız varsa hak verirsiniz bir gün. Bana ait olmayan bir bedenin içindeki ruhu tanımlayan bir kelimeyi bu denli sık sayıklamakta bir patoloji sezip ayna karşısına geçmeye cesaret etmektir asıl zorluk. Bütün güzel bitişler orada başlar çünkü, ayna karşısında. Güzel bitişlere ulaştırması için aynanın, bana beni göstermesi gerekir ve ben kendi gözümün içine bakmak zorunda kalırım. Aynanın merhameti, anlayışı ve bilgeliğine tutulur zihnim. Sorduğu soruları ayakta alkışlarım. Bir gün şapkam olursa, zevkle çıkarırım. Geceleri ayna saklandığında bulduğum her yanıt karşısında sabah daha görkemli bir ayna ile ödüllendirir eski aynam beni, onur duyarım. Tam bu sebeplerden ona hayran olsam da epey korkarım ondan. Görevi yalnızca var olanı göstermek olan bir icada göre fazla acımasızdır çünkü.

 

Soruları bana görünmezlik büyüsü yapar ansızın, hiçbir hayata dokunamam, hiçbir ses çıkaramam. Etrafımdan gelip geçenler için anlamsız bir esinti olurum, en var olmak istediğim anda. Bunu yaptığı vakit büyüdüğümü görmek istediğini anlarım ve ona kanıtlarcasına bir olgunlukla göğüs gererim o acımasızlığa ve karıştığım kalabalıkta zamanın doğrusunu ararım. Katiyen şaşmaz, bu olgunluğumu gören ayna derhal dokunur ilk domino taşına, yeryüzünün ilk bebeği dünyaya gelir, kalkanını kuşanır ve ciğerlerine dolacak ilk oksijen için çığlığı patlatır, her yanıtta yeniden. Bugün bir bebek doğdu.

 

 

Buzdolabının sesini belirginleştiren ve derime iğneler batıran hapsedici sessizliğe dair üzerime düşeni yapmaya karar verdim. “Hayırdır bir şeye mi canın sıkkın? Şuranda bir şey kalmış bu arada.” diyerek tek atımlık kurşunumu önce sessizliğe, oradan çarptırarak da peynire gönderdim. “Evet, moralim bozuk biraz.” dedi peçeteye uzandıktan hemen sonra ve az önceki yüz ifadesiyle tanışıklığı bulunmayan bir hüzün zımbalamaya çalıştı yüzüne. Şakaklarındaki zımba yerlerinden kan akmasa dilim varmazdı söylemeye ama, emanet durdu. O an göz kapaklarımdan gelen bütün zırhsız, içten ve bana ait cümleler bir kağıt yazıya dönüştü, gırtlağımdan henüz geçmiş bir taşa sarıldı ve taşın kağıda “Yapma be!” demesiyle mideme yerleşmiş oldu bu hayal kırıklığı kümesi. Ses tellerimi ele geçirmesine müsaade ettiğim bilmediğimiz herkes cümleleri anlatması yönündeki ısrarlarını sürdürüyordu. Bardağındaki kahveyi bitirip biraz daha doldurmak üzere masadan güç alarak ayağa kalktığı vakit hayatını artçı depremlerle dolu, zorlu ve çetin olsa da omuzlayabilen insan biçiminde betimlediğini duyan masa “Ah Aslı, yapma Aslı.” diye gıcırdadıysa da bilmediğimiz herkes gibi Aslı da duymadı bunu. Ardı ardına gelen cümlelerin oluşturduğu hiçlik ovasında trajikomik bir türkü çığırıyordu Aslı o sırada, meşguldü. Ruhum tüm kanıksamışlığıyla günlük hayat tesellileri vermeye başladı.

 

 

Ne kadar sonra bilmiyorum fakat her şey tüm optimumluğuyla devam ettiği sırada bir şimşek hissettim. Önce göz kapaklarımdan kalbime gitti, oradan da tüm kılcallarıma yayıldı.Ruhum titredi, sızdırmaya başladı, göz kapaklarımla anlaşmamı hatırladı ve ben son nefesim, son samimiyetim ve son şevkimle Aslı’nın gözlerine kitlenip “Onlar umursuyor zannederek özene bezene tasarlayıp lanse ettiğimiz hayatlarımız, ustaca kaynakladığımız hapishane demirlerinden başka hiçbir şey değil Aslı. İçlerine kendimizi koyup elimizde anahtarla kapıyı açmaya korkuyoruz sadece. Orada oturup çayını yudumlamak daha konforlu sanıyorsun ama sen çayı bile o bardakla içmeyi sevmezsin.” Kılcallarımdan eksilen şey huzur muydu yoksa bilmediğim herkes gibi bir Aslı mıydı, bunu düşünmek için maalesef ki uzun bir ömrüm ve milyonlarca aynam vardı.

 

 

dila abdulhayoğlu