Bize tavsiye edeceğiniz üç film, üç kitap ve üç belgesel nedir?


 

 

Film olarak Woody Allen’ı çok seviyorum. Polanski’yi de öyle. Woody Allen’dan Match Point olabilir. Woody Allen da bir varoluşçu. Sartre benzeri düşünceleri var. Hatta onun da hayatta yoldan çıkışı ölümlü olduğunu fark etmesiyle beraber. Onun görüşüne göre madem ölümlü bir dünyada yaşıyorum ve Tanrı yok o zaman hayat ne kadar anlamsız ve saçma ve neden varız? Bu sarmalın içine düşüyor. Tabii her konuda anlaşmamız gerekmiyor ve ben burada Allen’ın aksine ölümlü olmayı rahatlatıcı olarak görüyorum. Benim hayatta hayatla başa çıkabilmemi sağlayan nedenlerden bir tanesi ölümlü olmak. Woody Allen da tam aksine. Ama bunun dışında birçok konuda aramızda bir paralellik görüyorum. Daha önceki dönemlerinde şansa dahi gönderme yapmazken, Match Point ile beraber kendi felsefesinde yeni bir eklenti yaratıyor. Şimdi spoiler vermemek adına söylemeyeyim ama küçük bir tesadüfi olayın ve olduğunda henüz çok önemli olup olmadığı belli değilken, daha sonra çok önemli çözülmelere nasıl etkidiği üzerine bir film. Yani çok beğenerek izlemiştim. Polanski’yi seviyorum, beni zamanında Bitter Moon etkilemişti. Reality Bites da çok çocukken izlediğim bir filmdi. Winona Ryder’ındı sanırım orada da Ethan Hawke ile bir film olması lazım. Varlık ve zaman okuyan bir çocuktu Ethan Hawke. O filmi de daha ben çocukken, Heidegger okumamışken dahi ilgimi çekmişti.

 

Kitaplara gelince, birinci sıraya Sartre’den Varlık ve Hiçlik’i koyarım. Yalnız bir sorun var Varlık ve Hiçlik’te. Türkçe çevirisi bana çok zorlayıcı geldi. Yani ben İngilizce’den daha rahat okuyabildim. Bununla beraber çevirmene bir suç atmak niyetinde değilim yani ben de İngilizce’den bir miktarını çevirmeye çalıştığımda, bir dipnot koyarken yani oraya referans verirken çevirmeye çalıştığımda çok anlamlı çevrilemediğine şahit oldum. Yani İngilizce çevirisi güzel, bunu da biraz da Türkçede ki kavramlara yeterince hâkim olmamamız, belki dil devriminden sonra gelen öz Türkçe’deki kavramları çok iyi bilmiyor oluşumuz. Hem eski kelimelerden sıyrılışımız hem yerine gelenleri tam kabul edemeyişimiz sonucu daralan bir havuz yüzünden tam ifade verilemiyor olabilir. Benim alanım değil yanlış bir şey söylemek istemem. Ama ben de bıraktığı izlenim böyle. Tabii Fransızca bilenler çok şanslı. Çünkü, Fransızca aslını okuyacaklar. Ama İngilizce ile Türkçe arasında anlaşılabilirlik açısından ciddi bir fark var. Yani bazen Varlık ve Hiçlik çok ağır bir kitap deniyor. Bence Türkçe’den okumaya çalışanlar için geçerli. Bir ikincisi Nietzsche’nin Ahlakın Soy Kütüğü Üstüne bence çok etkileyici, çok put kırıcı bir kitap. Nietzsche’nin ‘İyinin ve Kötünün Ötesinde’ ile ‘Ahlakın Soy Kütüğü Üstüne’ kitapları diğer kitaplarının aksine daha kolay anlaşılabilir kitaplardır. Daha teknik yazılmış kitaplardır. Bu yüzden çok korkutucu değil yani ilk başta öyleymiş gibi gelebiliyor. Böyle Buyurdu Zerdüşt gibi değil yani. Çok fazla anlama gönderme yapmıyor. Daha çok söylemek istediğini söylüyor, daha anlaşılabilir. Üçüncü sıraya Dostoyevski’den Karamazov Kardeşler veya Budala’yı koymak isterim. İkisinden birini. Budala’yı altı yedi kere okudum. Farklı nedenlerden biraz da tesadüflerden, birkaç kez üzerine yazı yazmaya niyetlenmemden, bir kahraman üzerine yazı da yazmaktan. İppolit üzerine bir makale yayımlamıştım. Karamazov Kardeşler ya da Budala’yı önerebilirim. Dostoyevski’de çoklu anlatıcının ilk defa keşfi söz konusu. Daha önce Tanrı bir yazarın her şeyi bildiği bir evren kurulur ve yazar hep bir taraf olur. Dolayısıyla bize ahlaki olarak da belli dayatmaları vardır. Olay örgüsü anlamında da mesela kapılı kapılar ardında konuşulanları yazar, biliyor olur. Ona göre onun ruh halini de tasvir eder. Dostoyevski bize hep açık alan bırakır. Dostoyevski anlatısında gerçek hayata yakındır. Hep orada ikircikli tavırlar görürsün, düşündüğüyle eylemi birbirini tutmayan, eyleme geçerken düşünerek eyleme geçenin de eylemin sonuçlarını düşündüğü gibi geri almayan. Mesela Suç ve Ceza’da Raskolnikov bir Nietzsche’ci. Tabii o dönemde Dostoyevski Nietzsche okumuştur demiyorum, benzer dönemlerde yani. Raskolnikov bir hukuk öğrencisi ve ona göre Nietzsche’nin üstün insanına benzer bir şekilde bazı türsel olarak üstün olan insanlar -yani zekâ kapasitesi gibi- bazı üstün olmayan insanları yok etme ehliyetine sahip midir değil midir? Ama bu yok etme toplumun geneli için faydalı olacaksa. Raskolnikov böyle düşünerek toplumda herkesin kanını emen bir rehinci kadını öldürüp onun parasını alarak toplum için çok yararlı olabileceğini düşündüğü kendisi gibi bir adamın veya çevresindeki yoksulları fonlayarak daha büyük bir katkı yapabileceğini düşünür. Önce bunun üzerine bir hukuk makalesi de yazar. Ardından bunu gerçekleştirir ve kadını öldürür. Ama bu sefer hesaba katmadığı başka bir şeyle yüzleşir. Rasyonel olarak kendi içinde rasyonelleştirdiği bu eylem, psikolojik olarak onun kaldırabileceği yükten fazladır. Bununla yüzleşemez. Bu varlığı kaldıramaz. Sonra romanın sonunda itiraf eder ve Sibirya’ya gönderilir. Dolayısıyla insan Dostoyevski’de tasarladığı kişi olmadığıyla bize lanse edilir ama ilk defa bu lanse edilir. Bir ikincisi de Dostoyevski’nin o çoklu anlatısında her karakterin gündemi farklıdır. Her karakter kendi gündemini sonsuza kadar ilerletir. Ve sonsuza kadar ilerletirken kim en son konuşuyorsa okuyucuyu o sava ikna eder. Birbirlerinin zıttı olan savlar da dahi okuyucu en son hangi sav üreticisiyle karşılaşmışsa ona ikna olur. Yani bütün kahramanlar kendi savlarını savunurlar.

 

Şimdi ne vardı? Üç belgesel. Yani çok fazla belgesel seyretmedim ama ben 2001 ve 2002 yılları arasında TRT’de belgesel danışmanı olarak çalıştım. Orada Profesör Doktor Halil İnalcık ile iki farklı belgesel çekmiştik. Bir tanesi on üç bölümlük Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşuydu. O belgeseli tavsiye edebilirim. O yılın en iyi belgeseli ödülünü almıştı. Yine İlber Ortaylı’yla İsmail Gaspralı belgeseli çekmiştik. Bir de Preveze Deniz Savaşı’nı çekmiştik. O Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluş belgeselini ve Halil İnancık ile Sözlük Tarihi tavsiye edebilirim.