Sabancı Üniversitesi’ndeki tecrübelerinize dayanarak, üniversitelerin sahip olması gereken yapı ve nitelikler hakkında neler söyleyebilirsiniz?

Üniversite nedir diye başlarsak, ne yapar üniversite; ne yapması iyi olur, beklenir toplum için. Bir, insan yetiştirmesi, öğrencilerine iyi bir eğitim vermesi; iki, araştırma yapması. Bu ikisini gerçekten iyi yapabilmek için bir üniversitenin yapısı, örgütlenmesi nasıl olmalı? Bir düşünmek lazım. Dünya’nın, bütün ülkelerin, üniversitelerin uğraştıkları veya uğraşmaları gereken temel mesele, kaliteli eğitim ve kaliteli araştırmayı nasıl sağlarız? Bunu daha iyi yapanlar var. Yapmayı hiç amaçlamayan üniversiteler de var. Yahut da üniversite nosyonunu sadece bir etiket, bir unvan ve bir unvan üretme işte mezunlarına o doktordur, bu mühendistir, diplomayı at hocalarına doçenttir, profesördür falan diye unvanları mühürleme yeri olarak bakabilirsiniz ama tabii önemli olan o unvanların arkasındaki içerik.

 

Şimdi Sabancı Üniversitesi’ndeki tecrübelerden söz edeyim. Çünkü Sabancı Üniversitesi nispeten yeni bir üniversite yani 20. yılında şimdi ve Türkiye’deki geleneksel yapıya göre kendi farklı yaklaşımı olan, yeni bir soluk getiren bir üniversite. Bu tür kurumların olması çok önemli. Türkiye’de kendine özgü bir felsefesi, bir bakışı olan ilk üniversite değil.

 

Yani dönem dönem başka üniversitelerimiz işte 30’larda itibaren İstanbul Üniversitesi, I. Dünya Savaşı öncesi yıllarda savaş sırasında yeni kurulmuş olan Ankara Üniversitesi, onların belli fakülteleri; ODTÜ Çok ciddi bir şekilde tamamen yeni ve farklı bir üniversite felsefesi ile kuruldu. Bir dönem, benim öğrenci olduğum dönemlerde orada böyle sürekli bir esneklik, bir yenilik havası eserdi. İşte İTÜ ve Boğaziçi Üniversitesi yine kendi gelenekleri olan ve önemli gelenekleri olan üniversiteler. Bu gelenekler içerisinde araştırmayı gözetmek, araştırmanın iyi gelişmesi ve öğrenciye kaliteli eğitim vermek önde gelen amaç olması lazım. 

 

Şimdi Sabancı Üniversitesi’nde ne yapıldı? Birincisi mezunların interdisipliner, yani kendi esas mesleklerini bilsinler ama o mesleğin dışında da üniversiteyi bitirmiş bir kişiden beklenecek şekilde başka disiplinlerde nasıl düşünülür? Dünyaya nasıl bakılır? Bu konularda bir temel bilgiden geçmiş olmaları amaçlandı. Araştırma açısından da yine öğretim üyelerine oldukça bağımsız grup kurma, araştırma yapma imkanları tanındı. Ve işbirliği imkanları; disiplinlerarası veya başka kurumlarla ve özellikle de bir yandan araştırma dediğin zaman çok temel, soyut, teorik araştırmalara imkan vermek lazım. Bir yandan da uygulaması olan araştırmaların, uygulama yapacak kurumlarla, sanayi ile, eğitim kurumları ile işbirliğine.

 

Bunlara kuruluştan itibaren önem verildi. Önem vermek demek, bir yere yazıp sadece bunları biz çok önemsiyoruz; işte misyonumuz şu, vizyonumuz bu, biz neler yapacağız falan deyip orada durmak değil tabii. Bunları yapabilmek için uygun organlari uygun yapılanmaların üniversitede kurulması lazım. 

 

Eğitimle ilgili kısmı, Temel Geliştirme Programı Sabancı Üniversitesi’ndeki, şöyle bir şey.


Birinci sınıfa giren öğrenciler hepsi aynı dersleri alıyorlar. Yani yönetim de okuyacaksa, sosyal birim de okuyacaksa, mühendislik de okuyacaksa, sanat da okuyacaksa aynı dersleri alıyorlar.


Yani, sanat okuyacak öğrenci mühendislerle aynı düzeyde bir içinde türev-integral olan bir matematik dersi alıyor. Birlikte bir fen dersi alıyorlar, ama fenciler de hep sosyal bilimcilerle birlikte bir Türkiye Tarihi, Türkçe, Edebiyat ve önemli bir Toplum ve Bilim dersi alıyorlar. Bütün sosyal bilimlere kuşbakışı giriş gibi.

 

Bu çocuklara çok zor geliyor. Türkiye’de özellikle zor geliyor.


Çünkü insanlar Türkiye’de bence eğitim sistemi ile ciddi bir entelektüel zarara uğratılıyorlar.


Yani insan beyninin böyle sözelci veya TM’ci veya bilmem neci diye bir yapısı yok ama çocukları bu kalıplara zorluyorlar. Ondan sonra liseye gideceğim, “Hocam ben TM’ciyim”. Ne demek yani “Ben tabiatla ilgili herhangi bir şey anlayamam, gayret bile gösteremem.” Çünkü ben böyle bir bir çeşit özürlü. Yahut tersi de oluyor. “Hocam ben fenciyim, niye ben bir roman okuyayım.” Bence sen, böyle başka hiçbir şeyle ilgilenmemen bekleniyor falan. Bu tabii kendi işlerini de iyi yapmadıkları anlamına geliyor. Çünkü bu kadar çarpık bir tanımla o zaman işi yapmak da birtakım kalıpları ezberleyip yerine getirmekten ibaret oluyor ve bu Türkiye ve Türkiye gibi başka ülkelerde orta öğretimin tamamen tahrip olmasına, üniversiteye gelen öğrencilerin ciddi şekilde zihinsel handikapla gelmelerini, yani zorla meraklarının öldürülmesine falan yol açıyor. Bu sistemi yapmak kolay da değil, öğrenciler bunu bilerek geldiklerine rağmen. Ha niye bilerek geliyorlar, çünkü birinci sınıfta ortak dersler alırlarsa ikinci sınıfta fikir değiştirmeleri, yani mühendis olacağım diye gelip yönetici veya sosyal bilimci veya tersine geçiş yapmaları, tabi derslerine çalışıp iyi notlar almışlarsa ama gereken temeli almış oluyorlar.

 

Bunu uygulamak da son derece zor. Çünkü ne öğrenciler buna alışık, ne de aslında hocalar alışık.Yani hocaların kendii mezun oldukları okullarda da böyle bir sistem yoktu. Onun için bütün kültürel olaylarda da olduğu gibi Atalet vardır. Yani eski alışılana geri dönmeyi herkes, “Bu gerçekten bu yapılabilir mi”, “Canım bunlar da sonra bu işten vazgeçerler nasıl olsa.”, “Biz bildiğimiz eğitimi yapalım.” falan şimdiye kadar zorluklarla ve hem üniversite içinde hem de ciddi şekilde üniversite dışından kısıtlayıp orta standarda üniversiteyi çekmek yolunda bilinçli ama çoğu zaman da bilinçsiz baskılar oluyor. Bunlara rağmen bu gelenek oldukça sağlıklı olarak sürdü. Başka üniversitelerde de en azından isim olarak, mesela şimdi birçok üniversitemiz fen fakültesi ile mühendislik fakültesini birleştirip mühendislik ve doğa Bilimleri fakültesi yapıyorlar Sabancı Üniversitesi’ndeki gibi.

 

Ama içindeki yapı Sabancı’dakiyle aynı değil. Sabancı Üniversitesi’nde bölüm yok. Bu bilhassa bürokrasiyi azaltmak için, öğrencilerin farklı yerlerden ders alabilmelerine; hocaların birbirleriyle aynı çatı altında tanışmaları, işbirliği yapmaları için düşünüldü. Büyük ölçüde de başarılı oldu. Tabii ki klasik sisteme herkes bir kaçmak eğiliminde ama şimdiye kadar iyi gitti. Öğrenciler de geliyorlar, yani “Hocam bu yapılır mı, bize reva mıdır? Gerçi bilerek geldik işte ben mühendisim, bana bütün bu romanları falan okutuyorsunuz.” Yahut da işte, “Ben sanatçı olacağım, integral almak bana ne lazım?” diyorlar. İstemezse öğrenci, diğerinden de sıyırıyor, yani mühendislikte dördüncü sınıfa gelip de hala doğru dürüst bir integral alamayan öğrencilerle de karşılaşıyorsunuz. Bu mümkün, yani bu eşyanın tabiatı icabı oluyor ama bu sistemin değerini anlayıp avantajlarından da yararlanan bir sürü öğrencimiz oluyor. 

 

Genellikle mezun olurken, eskiden sayıları azdı, tek tek sorardık dördüncü sınıf öğrencilerine mezun olacakları zaman. O zamanki rektörümüz, rahmetli kurucu rektörümüz Tosun Terzioğlu hocalardan da birkaç kişi yanlarına çağırır, işte bir sohbet sırasında okulla ilgili izlenimlerini, hayatta ne yapacaklarını falan konuşurduk. Birinci sınıfta çok sızlanırlar ama dördüncü sınıfta “İyi ki bunları almışız.”, “Aman hocam bundan vazgeçmeyin.”, “Yeni birinci sınıflara da bunları okutmaya devam edin.”  falan derlerdi. Sorduğumuz zaman tek tek, hala diyorlar.