Bu topraklardaki cinsiyet eşitsizliği ve hak mücadelesi üzerine kaleme alınmış, kadın kavramını derinlemesine irdeleyen farkındalık yaratıcı bir metin.


 

Alfabemizde bulunan her bir harfin çeşitli kombinasyonlarla bir araya gelerek kelimeleri oluşturması, o kelimelerle cümleler kurmamız ve bunun sonucunda çevremizdeki canlılarla iletişimine geçmemiz sosyal yaşantımızın temel basamaklarından biridir. İnsanlar zaman içerisinde kendi gereksinimlerine göre çevresindeki olgulara isimler vermiş ve o olguları verdiği isimler doğrultusunda kullanmaya başlamıştır. Bizler, bazen kelimelere öyle anlamlar öyle sorumluluklar yükleriz ki bu sorumluluk kelimenin her bir harfine yapışır ve onun bambaşka anlam kazanmasına neden olur. Öyle ki bu kelime kendi öz anlamını yitirerek yüklenen sıfatlarla, kalıplaşmış sözcüklerle anlatılır hale gelir. Kadın kelimesi de tıpkı böyledir. Çevremizdeki insanlara kadın ne demektir diye sorduğumuzda çoğu insan bizlere; kadın anne demektir, ev demektir, çocuk demektir, yemek demektir gibi kavramlar kullanırlar. Kimse kadının gerçekten ne olduğuyla öz’de ne anlam taşıdığıyla ilgilenmez çünkü onlara göre kadın, anlamından ziyade üstüne yüklenen sorumluluklarla vücut bulan bir kavramdır.

 

 

Kadın kelimesinin etimolojik anlamına baktığımızda karşımıza katun ve hatun sözcükleri çıkar. Hatun zaman içerisinde harf değişimiyle katun olmuşken katun da aynı şekilde kadın kelimesine dönüşmüştür. Katun kelimesi Türkçeye, hatun olarak gelmiştir ve ‘’han eşi’’ anlamında kullanılmaktadır. Osmanlıcada ise ‘’yüksek sınıf kadını, hanım’’ anlamına gelmektedir. Tıpkı katun, katın’da Hint-Avrupa dil ailesine bağlı İran kökenli antik bir dil olan Soğdcadan dilimize yerleşerek ‘’baş kadın, kraliçe, hanımefendi’’ anlamlarında kullanılmaktadır. [i] [ii] [iii]

 

 

Dünyaya ayak bastığımız andan şimdiye kadarki süreçte insanlık kendini hayatta kalma mücadelesi içinde bulmuştur. İlk insan topluluklarının en temel amacı; besin bulmak, bulunan besinin devamlılığını sağlamak yani besin üretmek ve çoğalmaktı. Bu aşamada büyük rol oynayan kadınlar anaerkil toplum yapısının ortaya çıkmasını sağlamıştır. Öyle ki temeli neolitik çağa dayanan bu toplum düzeninde, doğa konusunda yeteri kadar tecrübe sahibi olmayan insan toplulukları, erkeklerin çoğunu avlanma sırasında kaybediyor doğadaki canlılara karşı üstünlük kuramıyordu. Bu olumsuz durumu kendisi için avantaja çeviren kadınlar işlerin çoğunu üstlenmiş, ürünler toplayıp topladıkları bu ürünlerle yemek yapmışlardır. Bununla beraber soyun devamı için çok önemli bir yere sahip olan kadınlar sadece kendi çocuklarını korumakla kalmayıp hayvanların da yavrularını koruyarak her türden canlının ayakta kalmasını sağlamaktaydılar.

 

 

Bu süreçte erkekler kadınların destekçileri olup odunların toplanmasında, hayvanların avlanmasında üstlerine düşen görevleri yerine getirerek sisteme katkı sağlıyorlardı. İnsanların doğayla mücadelede gelişmesi, yaşamak için daha iyi imkanlara sahip olmaları ve bulundukları yeri sahiplenmeye başlamaları yani özel mülkiyet düzeninin doğuşuyla beraber anaerkil toplum düzeni yerini ataerkil düzene bırakmıştır. Bir yerin kendine ait olduğunu kanıtlamak için mücadeleye giren insan topluluklarında, erkekler fiziksel özelliklerini ön plana çıkartarak savaşlarda yer alıyor ve önceleri sadece hayvanları uzaklaştırmak için çaba harcarken şimdi kendi türüne karşı bir savaş veriyordu. Tüm bu olaylar neticesinde doğayla savaşmak yerine onunla iç içe yaşamayı tercih eden anaerkil düzen, tarih içerisinde etkinliğini yitirip ataerkilliğin doğmasıyla son bulmuştur.

 

 

Yaşanan değişimlerin kendilerini aşağı çekmesine izin vermeyen kadınlar her daim mücadelede bulunmuş; erkeklerin savaşmak ya da avlanmak için sürekli dışarıda olması, kadınların yalnız kalarak tek başlarına hayatta kalmayı öğrenmelerini sağlamıştır. Kendi içimize dönecek olursak, eski Türk devletlerinde yaygın olan monogam yani tek eşli aile yapısı kadının toplumdaki yerini sağlamlaştırmış, siyasette de söz sahibi olan kadınlar erkeklerle beraber savaşlara katılmıştır. Bu döneme ait mezarlar incelendiğinde kadınların savaşlarda kullandıkları ok, yay gibi savunma aletleriyle gömüldüğü görülmüştür. Son derece saygı duyulan bir konumda olan kadınlar sahip oldukları bu rolle destanlarda, masallarda ve kitabelerde yerlerini almıştır. Öyle olmasaydı eğer Türklerin ilk destanlarından olan Yaratılış destanında tek başına yalnız bir halde ne yapacağını bilmeyen Tanrı Ülgen’e uçsuz bucaksız suların içinden çıkarak yaratma ilhamını veren dişi ruh Ak Ana nasıl günümüze kadar gelebilir? Orhon Yazıtları’nda Bilge Kağan:

 

“Türk budunug atı küsi yok bolmazun tiyin kangım kaganıg ögüm katunug kötürmiş tengri il birigme

Türk milletinin adı sanı, yok olmasın diye, babam kağanı, annem hatunu yükselten tanrı…” [iv]

 

ifadelerine yer verir miydi? Ya da Dede Korkut kitabelerinde Ana Ata tanımlamalarına rastlanır mıydı? Pek tabii bunların hepsi tarih sahnesinde kadının konumunu en güzel anlatan örnekler arasındadır.

 

 

Türklerin gelişme göstererek sınırlarına bağlı kalmaması yeni topraklar elde etmesi sonucunu doğurmuş ve bu genişlemeyle kültürel yapıda değişiklikler meydana gelmiştir. Gök Tanrı inancına bağlı olan eski Türkler, İslamiyet’in kabul edilmesiyle birlikte farklı bir dini kültürle karşı karşıya kalmıştır. Söz konusu bu değişim ilk zamanlarda kadınların toplumdaki yerini sarsmamıştır. Öyle ki etkinliğini hala en üst seviyede devam ettiren kadınlar ilk Müslüman Türk devletlerinden biri olan Selçuklular zamanında Anadolu’da Kadınlar Birliği anlamına gelen “Bacıyan-ı Rum” teşkilatını kurarak gerek askeri, gerek ekonomik, gerekse kültür ve sanat alanında hizmetler vermiş ve çok çeşitli bir oluşum haline gelmişlerdir. Bu dönemde savunma alanında devletin en büyük destekçisi olan kadınlar 1243’te Moğollar tarafından kuşatılan Kayseri şehrinin savunmasını yapmış. Bacılar, şehir savunması gibi askeri alan dışında Anadolu’ya göç eden Türkmenlerin ağırlanması ve Anadolu’ya yerleştirilmesi faaliyetinde de bulunmuşlardır.

[v]

 

 

 

İslamiyet’in kabulünden önceki dönemde, cahiliye devrinin etkisi altında olan Arap toplumundaki kadının konumu zorluklar içinde olup, kadının insan olup olmadığı bile tartışılmaktaydı. İslamiyet’in kabulüyle birlikte Arap toplumlarında yaşayan kadınlar artık yavaş da olsa kendi haklarına kavuşma imkanı buldular. Başka milletlerle girilen etkileşimler haliyle kendi içimizdeki düzenin farklı bir yöne seyretmesine sebep olmuştur. Bu süreçte Türkler, İslamiyet’ten çok Arap ve İran kültürünün olumsuz etkileri altında kalmış ve bu durum kadınların hayat tarzlarını da etkilemiştir.

 

 

Bu değişimler Osmanlı Devleti’nin kurulması ve yükselmesiyle beraber devam etmiş, eski Türklerde önemli bir konuma sahip olan kadınlar sınırlamalarla karşı karşıya kalmıştır. Savunmacı, özgür ruha sahip olan kadınların bu dönemde ata binmesi veya herhangi bir hayvanı ulaşım için kullanması yasaklanmış, erkeklerle beraber seyahat etmesine izin verilmemiştir. Eğitimde ise kadınlar ağırlıklı olarak dini eğitim almakta, bunun dışındaki bir alanda eğitim almak isteyen kadınların ise saray mensubu olması gerekmekteydi. Haremin sadece merkezde olması haremdeki kadınlarla diğer kadınlar arasında farklılıklar yaşanmasına sebebiyet vermiş, köylü ve şehirli gibi ayrımlar oluşmaya başlamıştır. Saray mensubu olmayan kadınlar daha çok kısıtlama içindeyken haremdeki mekteplere giden kadınlar istedikleri eğitimi rahatça alabilmekte, iş kadını vasfını kazanabilmekteydi. Bu sayede birçok saray mensubu kadın, isimlerini barındıran vakıflar kurarak insanlara yardımda bulunmuşlardır.

 

 

Devlet koltuğuna oturan her padişahın kendine ait fikirlerinin olması yönetimde değişiklik yapılması sonucunu doğurmuş ve bu durum kadınların sosyal yaşantısını da etkilemiştir. Örneğin; 1520 yılında tahtın sahibi olan Kanuni döneminde kadın tam anlamı ile “mahrem bir nesne” halini almıştır.[vi] Osmanlı padişahlarından 1754 yılında görevine başlayan 3. Osman, dışarıya çıktığı zaman kadınların dışarıda gez­mesini yasaklamıştı. Kadınların açık giyindiğine dair dedikodular sonucunda ka­dınların kıyafetlerine de kısıtlamalar geldi. Avrupa ve tüm dünya için kritik bir zaman olan 1789’da padişahlık yapmaya başlayan 3. Selim, kadınlara açık elbiseler dikmemesi için terzileri uyardı. Evlerin pencereleri, dışarıdan görünmeyecek şekilde örüldü. Boğaz kenarındaki yalılar, yüksek duvarlarla kapatıl­dı. Çünkü boğazdan geçen kayıkçıların evleri görme ihtimali vardı. [vii]

 

 

Tüm dünyanın değişim rüzgarına kapılması ve 1789 tarihinde meydana gelen Fransız İhtilali’yle birlikte artık akla, mantığa ve bilime verilen önem artmış, toprak sahiplerinin yeri sarsılmaya başlamış ve burjuva sınıfı yükselişe geçmiştir. Monarşinin ortadan kalkarak yerine cumhuriyetin geçmesi sadece Fransa’da değil tüm dünyada yankı bulmuş, değişime sessiz kalamayan ve artık eski sistemin kendini ayakta tutmakta zorlandığını düşünen Osmanlı Devleti, Sultan Abdülmecid döneminde Tanzimat Fermanı(1839)’nı yayımlamıştır. Yayımlanan bu fermanla beraber aydınlar tarafından kadının toplumdaki durumu sorgulanmış ve ön planda olması gerektiği savunulmuştur. Bu yenilikçi yaklaşımın sonucunda 1843 yılında kadınlar ilk kez, Tıbbiye Mektebi’ne kayıt olarak ebelik eğitimi almış ve sağlık alanında çalışmalara adım atmıştır. 1858 yılında yayımlanan Arazi Kanunnamesi’nde mirasın kız ve erkekler arasında eşit paylaştırılacağı hükmü yer almış ve kadınlar ilk kez miras yoluyla mülkiyet kazanmıştır. Bir insanlık suçu olarak tarihte yer edinen kölelik ve cariyelik 1856 yılında yasaklanmış olsa da bu durumun kabul edilmesi sürmüş neredeyse cumhuriyet dönemine kadar bu yasak delinmiştir.

 

 

Jön Türkler’in etkisiyle kurulan İttihat ve Terakki Cemiyeti, II. Abdülhamid’in devleti idare şeklini uygun bulmadıkları için yönetime baskılarda bulunmuş ve bunun sonucunda II. Meşrutiyet ilan edilmiştir. II. Meşrutiyet’le birlikte 1876 Anayasası tekrar yürürlüğe girmiş ve Anayasa değişikliği ile padişahın meclisi kapatması zorlaştırılmıştır. Yönetimde meydana gelen bu köklü değişiklik haliyle insanların hayatına yansımış, kadınlar da bazı yeniliklerden faydalanmıştır. 1917 yılında kabul edilen Hukuk-i Aile Kararnamesi her ne kadar kısa süreli olup hemen sonra kaldırılsa da kadınlar açısından birçok hak barındırıyordu. Söz konusu kararname; ilk defa evlenecek kadın ve erkeğin evlenebilmesi için erkeğin 18 ve kadının 17 yaşını doldurmuş olması gerektiğini düzenlemiştir. Evlenme ve boşanma konusunda devlet kontrolünü arttırmış, nikâhın hâkim veya vekilinin huzurunda kıyılması ve mahkemece onaylanması gerekli kılınmış bununla birlikte evlenme sırasında iki şahit bulunması zorunlu hale getirilmiştir. Dönemin kadın hareketlerini yansıtan yayınların başında gelen Kadınlar Dünyası, ilk renkli ve resimli dergi niteliğini taşıyan Mehasin gibi dergiler özgürleşmek için çaba sarf eden kadınların sesi olmuş ve bu dergilerde kadınlar için kültürel, sanatsal, sosyal içerikler yine kadınlar tarafından üretilmiştir.

 

29 Ekim 1923 yılında resmi olarak ilan edilen Cumhuriyet, kendisinden önce birçok yeniliğin haberini vermiş ve bu yeniliklerin de ilan edildikten sonra gerçekleşmesini sağlamıştır. Ortaya çıkan yenilikler cinsiyet ayrımı yapılmaksızın herkesi kapsayacak nitelikte olup bununla beraber kadınların elinden alınan hakların geri verilmesi esas alınmıştır. 1924 yılında Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile karma eğitime geçilmiş, kız ve erkek çocukları birbirleriyle soyutlanmadan aynı sınıflarda eğitim görmeye başlamışlardır. Kadının aileyi ayakta tutması çoğu insan tarafından kabul edilen bir düşünce olmasına rağmen geçmiş uygulamalara baktığımızda ne yazık ki bu düşünceye uygun hareket edilmemiş, birden fazla kişiyle yapılan evlilikler yasal kabul edilip, evliliğin resmi bir şekilde yapılma şartı aranmamıştır. Söz konusu bu uygulamalar kadının toplumdaki yerini zedelemiş; kadın, bulunduğu konumda kalmak ya da bir konuma gelebilmek için sürekli olarak çaba harcar bir duruma sokulmuştur. Bu dönemde aile hukukunda yapılan düzenlemeler kadının toplumdaki yerini sadece sözle belirtmiş olmayıp aynı zamanda bunun uygulamaya geçmesini de sağlamıştır. Buna göre; erkeğe tanınmış olan çok eşlilik ortadan kaldırılmış, evlenme fiili resmi bir usule bağlanmış ve kadınlar tıpkı erkekler gibi boşanma ve velayet haklarına sahip olmuşlardır. Aile içinde yapılmış olan bu düzenleme yönetime de yansımış ilk olarak 1930 yılında belediye seçimlerinde seçme ve aday olma hakkını elde eden kadınlar son olarak 1934’te milletvekili seçme ve seçilme haklarına sahip olmuştur.

 

 

Her ne kadar yaşanılan durumlar ve kazanılan haklar tarihler ve rakamlarla açıkça belirtilmiş olsa da kadının toplumda bu şekilde yer edinmesi çoğu zaman mücadeleler içinde olmuştur. İnsanlar yazılı hukuk kurallarına uymak yerine kafalarındaki fikirleri birbirlerine dikte etmeye çalışmış ve bu fikirlerle yeni hukuk kuralları oluşturmuş, bu durum ise sürekli olarak bir çatışmayı doğurmuştur. Hak sahibi olmakla o hakkı kullanmanın ne kadar çaba gerektirdiğinin en güzel örneklerinden biri kadınların meslek hayatına adım atmasıyla başlamıştır. Birçok erkek bazı işlerin kadınlar için olmadığını sadece erkekler tarafından yapılmasının uygun olduğu görüşünü savunmuştur. Öyle ki Osmanlı zamanında cinsiyetleri sebebiyle bir yargılama makamı olan kadılık görevini yerine getiremeyen kadınlara 1921 yılından itibaren hukuk fakültelerinin kapıları açılmış ve dört kadın öğrenci hem eğitime hem de bir mücadeleye başlamıştır. Başlarda erkeklerden ayrı bir sınıfta ders gören kadınlar daha sonra karma eğitimin içine dahil edilmiş ve bu duruma alışkın olmayan erkeklerin meraklı bakışlarına ve sorularına muhatap olmuşlardır. Sınıftaki erkek öğrencilerinin çoğunun aklında aynı soru vardı; “Bu kadar zorlukla karşılaşacağını bile bile bir kadın neden hukuk fakültesi okumak ister ki?” Halbuki bir kadının ya da bir erkeğin herhangi bir bölümü okumasından ziyade önemli olan cinsiyetleri göz ardı ederek o kişinin söz konusu işi yapıp yapamayacağı değil midir? Aslında sadece kadınlara özgülediğimiz meslekler ve kalıplarla erkekleri de kısıtlamış olmuyor muyuz? Bir kadının ne renk giyineceği, hangi mesleği yapacağı, saçını nasıl kestirmesi gerektiği gibi kalıplar tamamlayıcı cinsiyet olan erkekleri de kısıtlamış olmaz mı?

 

 

İnsanlığın ilk zamanlarından bu yana kadınlar her zaman mücadele içinde olmuş, bir şeylere ulaşmak zorunda kalmış hatta bırakılmıştır. Kadınların ne istediği kadınların ne olduğu tam olarak anlaşılmadan, öğrenilmeden sürekli olarak ayrı bir yerde değerlendirip faaliyetlerde bulunulmuştur. Klasik dönem Avrupası’nda çözülemeyecek nesne gibi görülen kadınlar cadı olarak kabul edilmiş ve akıl almaz işkencelere maruz kalmıştır. Batı dünyasının etkisiyle ilan edilen Tanzimat Fermanı’yla başlayan düzenlemeler kadınlara yeniliklerin kapılarını açmış olsa da aslında bizler bunlara anaerkil düzende, eski Türk geleneğinde yani kendi içimizde sahip değil miydik? İşte bütün mesele de burada, kendi bildiğimiz doğrular ve yargılarla bir fanus oluşturmak ve havasız kaldıkça kapağı açıp içine yeniden hava doldurmak. Fakat şu var ki bir şeye yönelmeden önce o sorunun cevabını bizzat içimizde arayıp bulmamız gerekir. Aksi halde açık kalan o fanus kapağı bizleri de alıp götürebilir. Bir şeyleri hapsetmeden, bir şeylere hapsolmadan ve bir şeyleri kısıtlamadan kadın ve erkek olmanın dışında insan olarak yaşamak ümidiyle.

 

 


 

Kaynakça:

  • Karahan, Akartürk, (2006), “Tarihî Türk Dilinin Sözvarlığına Katkılar: Kadınla İlgili Kelimeler Üzerine”, Bilkent Üniversitesi l. Uluslararası Büyük Türk Dili Kurultayı Bildirileri, Ankara 2006, s.1-12.
  • Çağatay, Saadet, “Türkçede “Kadın” İçin Kullanılan Sözler”, Türk Dili Araştırmaları Yıllığı-Belleten 1962, TDK Yay., Ankara 1963, s. 13-49.
  • https://tr.wikipedia.org/wiki/So%C4%9Fdca
  • Köksel, Behiye . (2011), “Orhon Yazıları’nda Kadın”, Humanities Sciences, 6 (2), 331-341 
  • Dulum Sibel, (2006), “Osmanlı Devleti’nde Kadının Statüsü, Eğitimi ve Çalışma Hayatı (1839-1918)”, Osmangazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
  • Acar, Hasan, (2019), “Türk Kültür ve Devlet Geleneğinde Kadın”, İnsan ve İnsan, 6 (21), 395-411