TUGFO örneğinden yola çıkarak müzik eğitimi hakkında neler söyleyebilirsiniz?


 

TUGFO (Türkiye Gençlik Filarmoni Orkestrası) bence çok önemli bir eğitim kurumu Türkiye’de. Ben 2007’de buna başladığım zaman açıkçası genç bir milli takımımız yoktu. Yani biraz böyle ciddiye alınacak bir müzik eğitimi olan ülkelerin hepsinde bir ulusal gençlik orkestrası kavramı vardır. Bütün okullardan başarılı öğrencilerin bir sınav ile seçilip belli bir süre için ait oldukları bir orkestrada kendilerinden çok yüksek beklentileri olmalarını beklediğimiz, ya Türkiye için bu kadar oldu, idare eder eyvallah zaten prova da azdı ile yetinmeyip gerçekten Dünya’da bu iş en yüksek seviyelerde nerede, ne şekilde yapılabiliyorsa, biz de onu öyle yapabiliriz kültürünü, inancını genç müzisyenlerde oluşturmak için aslında başladığım bir proje. Evet, öğretmenlik tarafı tabi ki var. Bu orkestra şefliğinin her alanında var aslında, yetişkinlerde de çalışırken var. Çünkü bir konuda belki orkestranın çok tanımadığı ve sizin üzerinde çok yıllarca düşündüğünüz bir eserle ilgili onlarla paylaştığınız bir şey olduğu zaman, o da bir şekilde öğreticilik oluyor tabi ama bunu çok didaktik olarak yapmamak lazım. Çünkü profesyonel hayatta onlar sizin iş arkadaşlarınız, orkestra ve orada birinin bir liderlik yapması gerekiyor. O gün sensin o, başka bir gün başkası olabilir. Bunu unutmamak lazım ama öğrencilerle olan başka bir ilişki. Bir alanda başka bir ilişki,  bir alanda da değil. Çünkü ben gençlere hep şey diyorum, ‘‘Ben burada sizi, çok iyi profesyonel bir orkestrayı yönetirken, kullandığım beden dilinden farklı bir şey beklemeyin benden. Genç veya deneyimsizsiniz diye, size daha fazla, bak şunu şöyle yap, hadi yap, yapabildin mi bak diye değil, önemli olan o enerji ve bilgi alışverişinin sorumluluğunun paylaşılması.’’ Onu öğrenmeleri.

 

Aslında o zaman da bu liderlik türüne geliyor. Çünkü genç müzisyenlerde biraz şey var, bizim ülkemizde hâlâ, bu biraz şey genel demokratik aslında kültürümüzle birebir bağlı bir şey; İşte orada üstat var, neyse takım antrenörü, belediye başkanı, cumhurbaşkanı, biri birtakım şeylere hükmedip bu böyle olacak, der. Halbuki ben bu genç müzisyenlere, bakın, şurada benim bagetimden ses çıkıyor mu? Çıkmıyor. Çocukların bazıları provaların başından bir hafta geçtikten sonra, ‘‘Hocam ben böyle bir orkestra da çaldığıma inanmıyorum’’ falan diyor. E çalıyorsun bak, şuradan mı çıkıyor ses, kim çalıyor? Sen çalıyorsun sonuçta. Yani tek ses çıkarmayan kişinin, en büyük işte lider olduğu, en büyük patron olduğu ortam zaten biraz hastalıklı bir ortam. Ama onu birisinin yapması gerekiyor. Motive etmesi gerekiyor. Zamanı iyi kullanması gerekiyor. İnsanlarla bilgiyi paylaşması gerekiyor. Fakat her zaman asıl sesi çıkartanların şef değil, müzisyenler olduğunu unutmamak lazım ve genç müzisyenlerle çalışırken, her zaman o sorumluluğu kendilerine almalarını, almaları önemini aşılamaya çalışıyorum.

 

Evet, benim istediğim gibi olacak ama benim onu istemememin bir nedeni var ve ona sizi inandırmam lazım. Ona inanarak çalarsanız daha güzel çalacaksınız, daha birlikte çalacaksınız, çaldığınız şey daha değerli bir şeyi ifade edecek. O yüzden evet, onlara bir paylaşma yani bir şey öğretiyorsam, kendilerinden beklentilerinin yüksek olması gerektiğini öğretiyorum herhalde. Bir de orkestracılığın aslında bir sorumluluk alma, farklı katmanlarda sorumluluk alma olayı olduğunu ve birlikte yaşam kültürünü öğrettiğimi umuyorum. Çünkü orkestra, işte TUGFO gibi bir orkestra, özellikle Türkiye’nin her yanından gelen, görünürde barışamaz, uzlaşamaz görünen -aykırı hatta- seslerin, ahenk içinde bir arada var olma amacıyla bir araya geldiği bir kuruluş. Bütün orkestraların aslında öyle olması lazım. Orada oluşturduğumuz ahenk yani farklılıkları, âhenk içinde yaşama kültürünü, birazcık topluma yayabilsek zaten başka bir ülke olur burası.