Sömürgeciliğin edebiyat üzerinde kalmış izlerini irdeleyen ve eleştirel bakış açısına ışık tutan bir metin.


Postkolonyalizm, “sömürgecilik sonrası” veya “kolonileşme sonrası” demektir. Sömürgeciliğin bıraktığı sorunları felsefi ve edebi teoriyle içine alır. Postkolonyalizmi anlayabilmek için önce sömürgeciliği anlamak gerekir.

 

“Avrupa ağzından insan sözcüğünü düşürmemiş; fakat bir yandan da rastladığı her yerde; kendi sokaklarının her köşesinde, Dünya’nın her yerinde insanı katletmiştir.” 

Jean-Paul Sartre

 

Sömürgecilik, bir devletin kendi ülkesinin sınırları dışında başka ulusları, devletleri, toplulukları siyasal ve ekonomik egemenliği altına alarak yayılmasıdır. Sömürgeciler genellikle yayıldıkları bölgelerin kaynaklarına el, iş gücüne ve pazarlarına el koyar. Aynı zamanda sömürgeleri altındaki halkın sosyo-kültürel, dini değerlerine baskı uygularlar. Sömürgecilik ve emperyalizm kavramları sıklıkla birbirinin yerine kullanılmakta olup; emperyalizm kavramıyla genellikle Avrupa devletlerinin 19. Yüzyılının ikinci yarısından bu yana devam eden yayılmacı faaliyetleri kastedilmektedir. Sömürgecilik terimi aynı zamanda bu sistemi meşrulaştırmak veya yaymak için kullanılan bir dizi inanca da işaret eder. Sömürgeciler kendilerinin daha üstün olduklarına inanırlar ve sömürdükleri insanları gelişmemiş toplumlardan seçerler. Dünya, sömürgecileri gelişmemiş toplumları refaha kavuşturmak ve gelişmelerinde katkıda bulunmak amacıyla baskı altında tuttukları şeklinde algılar veya algılanması sağlanır. Bir bakıma iyimserlik havası estirilir.

 

Bir edebiyat kuramı ve eleştirel yaklaşım olarak postkolonyalizm, bir zamanlar başka devletlerin, özellikle de Avrupa’nın büyük sömürgeci güçleri Britanya, Fransa ve İspanya’nın sömürgeleri olan ülkelerde üretilen edebi eserleri irdeler. Halen sömürge düzenleri bulunan ülkeleri (Kanada, Avustralya vb.) de ayrıca kapsar. Bununla beraber, postkolonyal edebiyat sömürgeci ülkelerin vatandaşları tarafından yazılan, sömürülen ülkeleri ve insanlarını ana konusu yapan eserleri de içine alır. Sömürge ülkelerden, özellikle İngiliz İmparatorluğu’nun sömürgelerinden insanların Britanya’daki üniversitelere gitmeleri, orada kendi topraklarında mevcut olmayan bir eğitimi almaları, postkolonyalizmin çoğunlukla edebiyatta özellikle de romanda yeni bir eleştiri anlayışı olarak ortaya çıkmasını sağlamıştır. Postkolonyal teori 1970’lerde eleştiri alanının bir parçası haline gelmiştir.  

 

Yüklen Beyaz Adam’ın yükünü
Gönder en nitelikli çocuklarını

Tutsak ettiklerine yarasınlar diye
Sürgün et oğullarını
Ağır koşumlar içinde
Yabanilere göz kulak olsunlar
Yarı şeytan yarı çocuktur bunlar
Yeni enselediğiniz somurtkan halklar.

Rudyard Kipling 

 

Postkolonyal edebiyat, Dünya’nın daha önce sömürgeleştirilmiş bölgelerinin yazarları tarafından yazılmış eserler bütünü için olduğu kadar, o bölgelerde yaşayan insanlar hakkında yazılmış eserler için de kullanılır. Bu edebiyatın önemli bir bölümü Afrika, Asya, Latin Amerika ve Karayipler’deki son büyük Avrupa sömürgelerinin bağımsızlıklarına kavuştukları 1950’ler ve 1960’lardan bu yana oluşmuştur. 1800’lerin sonlarında Avrupa emperyalizmi doruklarındayken, Avrupalı yetkililer ülkelerinin dünya hakimiyetini kutlamaya, medeni olmayanı medenileştirmeye yönelik sözde “beyaz adamın sorumluluğu” üzerine methiyeler düzmeye hevesliydiler. İngiliz yazar Rudyard Kipling bu görevi açıkça ırkçı olan şiir ve romanlara kadar götürmüştür. 1899 yılında 250 bin Filipinlinin öldüğü, Filipinlilerle Amerika’nın savaşı sırasında yazdığı “Beyaz Adamın Yükü” şiiri, sömürülen yerlerde “vahşi halkları ehlileştirmek” üzere bizzat bulunanlar kadar, bu ağır işi şehirden izlerken “ilkeller çağdaşlaştırılıyor, pislikler temizleniyor” diyerek iç ferahlığı yaşayan Batılı halkların da ırkçı hislerine tercüman olmuştur. Ancak Joseph Conrad’ın “Karanlığın Yüreği” (1899) ve E.M. Forster’ın “Hindistan’a Bir Geçit” (1924) eserleri, Avrupa’nın sömürgecilik faaliyetlerine daha eleştirel bir bakış getirmişlerdir. 2. Dünya Savaşı’nı takiben sömürgelerin bağımsızlıklarına kavuşmaları Asya ve Afrika’yı kasıp kavurduktan sonra, yeni bağımsızlaşan bölgelerdeki yazarlar kültürel, sosyal ve psikolojik dağılmanın tarihini yazmaya koyuldular. Birçoğu; ırk, etnik ve ulusal kimlik sorunları üzerinde durdu. Avrupa’nın yerli halklar üzerinde yapay ulusal sınırlar oluşturduğunda yarattığı siyasi ve dini gerilimleri incelediler. Eleştirmenler, sömürge sonrası eserlerin sıklıkla “ötekilik” kavramına odaklandığına dikkat çektiler.

 

 

Postkolonyalizmle ilgilenen birçok düşünür, Edward Said’in “Oryantalizm” (1978) isimli kitabını bu teorinin baş eseri olarak kabul eder.

 

Oryantalizmi, Batı’nın Doğu üzerinde bir cins yankısı ve yö­netme isteği olarak düşünmeye başladıktan sonra artık çok az sürprizle karşılaşacağız.

Edward Said – Oryantalizm

 

 

Mikrop kapmaktan, etkilenmekten, melezleşmekten korkan milliyetçilerin korkuları göçmenlere gülünç geliyor, çünkü göçmenlerin korkuları yanında bunlar fındık fıstık gibi önemsiz kalır; Göçmenler “erimekten”, yok olmaktan korkuyorlar.

Zadie Smith – İnci Gibi Dişler     

 

Postkolonyalizm, pek çok bölgeyi ve yazarı kapsayan yaygın bir akımdır. Dikkat çeken eserler arasında Afrika’dan Alan Paton’un “Ağla Sevgili Yurdum” (1948) ve Chinua Achebe’nin “Her Şey Paramparça” (1958); Asya’dan Graham Greene’nin “Sessiz Amerikalı” (Sakin Bir Amerikalı) (1955), Anita Desai’nin “Alacakaranlıkta Oyunlar” (1978) ve Salman Rushdie’nin “Geceyarısı Çocukları” (1981); ve Karayipler’den V.S. Naipaul’un “Bay Biswas için Bir Ev” (1961), Jean Rhys’in “Geniş Geniş Bir Deniz”  (1966) ve Jamaica Kincaid’in “Annie John” (1985) eserleri sayılabilir. 1980’lerin sonlarından bu yana, sömürge sonrası yazarların yeni kuşağı aynı temaların çoğuna yeni bir perspektifle bakarak dizginleri ele almıştır. Hanif Kureishi’nin “Varoluşların Buda’sı” (1990) ve Zadie Smith’in “İnci Gibi Dişler” (2000) adlı kitapları, İngiltere veya ABD’de yaşayan, Batılı olmayan göçmenlere odaklanmıştır. Genelde, kökleşmiş göçmen durumlarını modern dünyanın bir realitesi olarak kabul etmeleri ve olumlu hatta komik açıları keşfetmeleriyle kendilerinden önce gelen acılı nesilden daha iyimserlerdir. Postkolonyalizm, önceki sömürgeler bağlamında kadınların ilerlemelerini ve feminist temaları keşfe çıkan yazarlar açısından da verimli bir zemin olmuştur. Bazı postkolonyal yazarlar azınlık geçmişinden gelmelerine rağmen, Athol Fugard ve J.M. Coetzee gibi beyaz ırktan Güney Afrikalı yazarlar da bu alanda önemli rol oynamışlardır.

 

Güneş doğdu çünkü. Hiç aksatmadan, binlerce yıldan beri olduğu gibi, doğdu. Fakat o güneş ne zaman doğacak?
Kurtuluşumuzun, kölelik korkularından ve korkunun köleliğinden kurtuluşumuzun güneşi. O sırdır işte. Bilinmez…

Alan Paton – Ağla Sevgili Yurdum

 

Kimim, neyim ben?
Cevabım: Benden önce olup biten her şeyin, bütün yaptıklarım ve gördüklerimin, bana yapılan her şeyin özetiyim.
Dünyadaki varlıkları benimkini etkilemiş, benimkinden etkilenmiş herkesim. Ben dünyaya gelmeseydim vuku bulmayacak, ben gittikten sonra olan her şeyim ben. 

Salman Rushdie – Geceyarısı Çocukları

 

Avrupalılar da herkes gibi altın ve köle istiyorlardı ama aynı zamanda köleler için iyi şeyler yapan insanlar olarak heykellerinin de dikilmesini istiyorlardı. 

V.S. Naipaul – Nehrin Dönemeci

 

Bir İngiliz erkeği cömert davranmak istediği zaman ilk yapılacak şey nedenini sormaktır çünkü her zaman bir nedeni vardır.

Zadie Smith – İnci Gibi Dişler

 

 

Çünkü biz savaşmasak 

Uzak Asya’dan çekik gözlerimiz

Küba’dan kıvırcık sakallarımızla

Savaşmasak 

Güm güm vurur mu kömürün kalbi Kozlu’da 

Ke San’da, Kandehar’da ümüğüne basılır mı vahşetin

İsmet Özel

 

Türk Edebiyatı’nda da sömürgeciliğin izlerini postkolonyal edebiyat eleştirisi çerçevesinde ele almak mümkündür. Postkolonyal edebiyat eleştirisinin iki ana dönem etrafında farklı bakış açılarıyla somutlaştığını görürüz. Tanzimat’tan Cumhuriyet’e kadar olan dönemde yazarlar ve şairler sömürgecilik konusunda bir ikilik içerisindedirler. Abdülhak Hamit, Mehmet Akif gibi yazar ve şairler sömürgeciliğe çeşitli düşünüş veya felsefi zeminlere dayanarak cephe alırken, Ahmet Mithat Efendi, Cenap Şahabettin gibi yazar ve şairler sömürgeciliği meşrulaştıran söylemlerle eser üretmişlerdir. Milli Mücadele’nin anti-sömürgeci niteliği idrak edildikten sonra, özellikle de Cumhuriyet’in kurucu kadrolarının anti-emperyalist tavrı belirginleşmeye başlayınca yazarlar ve şairler açısından ikilik durumu ortadan kalkmıştır. Nazım Hikmet’ten Refik Hâlid Karay’a, Sezai Karakoç’tan, Fazıl Hüsnü Dağlarca’ya, Sevinç Çokum’dan İsmet Özel’e kadar pek çok yazar ve şairin, sömürgeleşmeye belli ideolojiler perspektifinde karşı çıktığı görülür. Bu reddedici tavır eserlerin hem içerik hem de biçiminde belli öğelerle belirginlik kazanmıştır.

 

O duvarın ilk temel taşı,

emperyalizmin ilk adımından geliyor.

O duvarın dibinde 

bizimkilerin Eyfeller gibi kemikleri yükseliyor.

Nazım Hikmet

 

Gel 

Anne ol

Çünkü anne 

Bir çocuktan bir Kudüs yapar 

Adam baba olunca 

İçinde bir Kudüs canlanır 

Nuri Pakdil

 

Yafa’dan Kudüs’e kadar Yahudi Filistin’i birkaç defa dolaştım. Filistin’in yeni kasabaları ve köyleri Yahudi eseridir. Bu yeni değil yepyeni bir Filistin’dir. Köylerinde akşamları smokin giyen İngiliz Yahudisi muhtarlık eder. Kırmızı yanaklı Alman Yahudi kızları dilijanslar üstünde şarkı söyleyerek bağdan köye döner. Müslüman Araplar ise, bu efendilerin hizmetindedirler: Üzümü Arap gündelikçi sıkar ve şarabını semiz Yahudi içer. 

Falih Rıfkı Atay

  

Postkolonyal edebiyat eleştirisi, Batı’nın zorbalığını sadece sömürgecilik üzerinden okumaktadır. Bu durum yapılanları eksik okumaya yol açabileceği gibi, bizi bu suçların sadece bir kısmını görmeye, geri kalanına ise körlük ile yaklaşmaya sevk edebilir. Eğer Batı’nın dünyaya yaptıklarını yalnız sömürgeyle sınırlandırırsak, onun dışına çıkamaz ve şu gerçeği kabul etmiş oluruz: “Sömürgecilik bitti, Batı, Doğu’ya zulmetmiyor ve suç da işlemiyor.” Evet, sömürgecilik bitti; en azından Raymond F. Betts’in “Decolonization” kitabındaki açıklamalara bakarsak, Hong Kong’un Çin hükümetine teslim olmasıyla sömürgecilik sürecinin “resmiyette” ortadan kalktığını söyleyebiliriz; bu durum, Batı’nın ne tahakkümden ne de suç işlemekten vazgeçtiğini gösterir. Batı’nın tahakkümü de suçu da bugün özellikle emperyalizm, küreselleşme gibi mekanizmalar aracılığıyla devam etmektedir. Postkolonyal eleştirmen, her ne kadar sömürgecilik ve ilgili olguları öne alsa da, eğer tek tahakküm mekanizması olarak sömürgeciliği görürse, onun edebi eser incelemesinden çıkaracağı sonuç “çarpık bir sonuç” olmaktan öteye gidemez.

 

 


 

Sosyal medyada paylaşmak için görsel indir:

Dikey Yatay

 


Kaynakça:

  • A Brief History of Postcolonial Literature, Audrey Golden, 2015
  • Raja, Masood, “What is Postcolonial Studies?”, Postcolonial Space, Masood Raja, 2019.
  • Türk Edebiyatında Sömürgeciliğe Bakış: 1876-2014, Bilgin Güngör, 2017
  • The Intellectual Devotional, David S. KIDDER, Noah D. OPPENHEIM
  • Said Edward (1994). Culture and imperialism(1st Vintage books ed.). New York: Vintage Books.