“Kırtasiye uygarlığın bir düzeyidir.” Bir toplumun kırtasiye kültürü o toplum hakkında bize neler söyler?


 

“Şu kadar para bak bu dolma kalem.” dediğimde “Valla” diyorlar “Biz tanesi 1 liraya kurşun kalem aldık; o da yazıyor, öbürü de yazıyor.” Ben aslında insanların hobilerinin olmasını istiyorum. Birçok emekli arkadaşımız vardı, emekliye ayrıldılar. Böyle “Ya ne yapayım, canım da sıkılıyor.” derler. Bu da bir şey tabii. İşte benim CD koleksiyonum, longplay ve kalem, nota koleksiyonum, şunlar var. Bunların bir güzelliği canınız sıkıldığında o sıkıntıyı giderecek, sizi boşluğa alacak bir şey olmaları.

 

Eskiden vites boşluğu diye bir şey vardı. Şimdi sistem olmadığı için böyle bir şey yok. Benzinden kazansınlar diye giderler, “Vitesi boşa al.” derlerdi, araba giderdi böyle. Şimdi bu hayatın boşlukları o bakımdan. Bu boşluklarda bunu söylüyorum ama bunun hastalık yanı da var tabii. Metin Özek vardı, psikiyatr profesör, Çetin Özek’in rahmetli abisi. Bana dedi ki “Sen de ruh hastasısın.” dedi, “Bağımlısın.” “Ne bağımlısı ya?” dedim. “Kalemi görünce ‘Bende olsun.’ diyor musun?”, “Diyorum.”, “Ha işte bu.” dedi. Hakikaten de gördüğüm bir şeyi araştırırım, firmalara telefon ederim Batı’daki arkadaşlara söylerim. Onun için, ona göre sadece alkol, efendim, kumar değilmiş; bu da bağımlılıkmış. Ama insan da işte Tolstoy’un dediği gibi “Yazarı yazar yapan zaaflarıdır.” Onda, aldığınızda yazarken, onları temizlerken bir başka lezzet alıyorsunuz.

 

Biraz tabii bu lezzetler… Beni eleştiren arkadaşlarım “Biraz bunlar burjuvalara, aristokratlara aittir.” diyorlar, suçlarlar beni. Ama bir İstanbullu aile olarak… Şundan başlattım; ortaokulda teyzem bana bir Pelikan aldı, çok pahalı bir kalem. Herkes gördü “Aa ne güzel”, “Ay ne!” filan diye… Size bir ayrıcalık kazandırıyor, çocuğa. Psikolojik bir şey bu. Siz de diyorsunuz ki “Bu güzel bir şey yahu.” Ondan sonra devam etti. Yani mutlaka ki doktorların söylediği “Küçüklükle 7 yaş arasındaki her şey etkiler çocuğu.” dedi, Beni de böyle bir şey etkilemiştir. 

 

Notaları alırım, okurum. Okuduğum şeylerden, aslında hep söylerim, hoş bir şey vardır. André Gide’in günlüğünü okuyorum, André Gide diyor ki: “Ben de bugün Beethoven okudum.” diyor. Allah Allah… Çalınır! Nasıl okunur? Sonra aşağıdan, Sirkeci’den gazeteye doğru çıkıyorum. O zaman Milli Eğitim Bakanlığı vardı, fasikül halinde besteler yayınlardı. Orada bir şey aldım, İlya diye meşhur bestecinin Sazkâr Peşrev’i. Aldım, durdum, şöyle bir açtım, notasına baktım; sanki biri onu çalıyordu benim beynimde, sanki icra ediyordu. O zaman anladım André Gide’in jurnallerinde, edebî jurnallerinde, ne olduğunu. O bakımdan hâlâ bunu sürdürüyorum tabii.