Tarihte sanatın dışavurumunda en etkili unsur olan din kavramı üzerine ufuk açıcı bir metin.
Din ve sanat, insanoğlunun ortaya çıkışından bugüne hayatının her vakit en önemli parçalarından biri olmuştur. İnsanoğlu içsel aydınlanmasını din yoluyla, dış dünyasına ışık vermeyi ise sanat aracılığıyla gerçekleştirmiştir. Varoluşun sırrına ermeye çalışırken araç din iken, varoluşun içinde erimek istediğinde ise araç sanat olmuştur. İnsan için içsel ve dışsal bir terazi görevi gören din ve sanat, her daim hassas bir zeminde sıkı bir ilişki içerisinde var olmuşlardır. Din, bir toplumun kültürünün temelini oluşturmaktadır. Sanat ise ortaya çıktığı toplumun çocuğudur. Dindeki toplumsal yapı, sanatın bireyselliğinde kendine yer bulur. Bu bakımdan sanat eseri ortaya koyan sanatçı, kültürünün ve toprağının kendisine verdiği ilhamı kendi hislerinde ve görüşlerinde kavrayarak, kendi dimağında yoğurarak, toplumuna sanat eseri olarak iade eder. Yani bir sanatçı dinden bağımsız hareket edememektedir. Çünkü sanat eserinin ortaya çıkışındaki ilhamın kaynağı, yine o eserin ortaya çıktığı inançlar ve kültür yapısıdır. Ortaya çıkan bu durum ise sanatçı ile toplumu arasındaki köprü, sonsuz bir döngü halini almış olur.
İnsanoğlu hayat serüveninin ilk anından itibaren yücenin estetiği üzerine bir farkındalıkla hareket etmiş ve ona ulaşmayı kendine gaye edinmiştir. Bunun yolunun ise sanattan geçtiğinin farkına varmış ve bu yönde kendini ifade etmeyi araç bilmiştir. Sanat, varolduğu toplumun kültürel ve dinsel yapısının etkisi altında bulunduğundan, sanatın cereyan ediş şekilleri toplumdan topluma farklılıklar göstermiştir. Örneğin Doğu ve Batı sanatı arasında fark vardır ve bu fark her şeyden evvel dini ve kültürel yaşamdaki farklılıktan kaynaklanmaktadır. Mesela Batı sanatı dendiği vakit ilk akla gelenler heykel, resim ve müziktir. Ancak Doğu’da sanat denince akla ilk gelenler:ebru ve hat sanatı, çini ve oymacılık, balballar, el işi dokuma sanatları ve minyatür sanatıdır. Sanat, toplumun yoğunlaştığı alanda ve toplumun değer ölçütleri doğrultusunda kendine yer bulduğundan, toplumlardaki sanat ve sanatın varolduğu alanlar arasında da bu şekilde bir farklılık ortaya çıkmaktadır.
Dini inançların kişide yarattığı enerji, yaşam vizyonu ve duygular, sanat ile dışavurum yaşamıştır. Bu durum ise heykeller hatta putlar, mimari, resim ve müzik sanatlarında etkisini göstermiştir. Sanatçılar bu ezoterik etkinin kulaklarına fısıldadığı ilham ile din ve sanatın birbirine karıştığı bir dünya oluşturmuştur. Ortaya koydukları eserleriyle toplumun manevi dünyasının önderi, ruhlarını besleyen bir aşçı konumunda bulunmaktadırlar.
Mimari yolu ile sanat, ibadethaneler ve sayısız yaşam alanında kendine yer bulmuştur. Kültürün ve dinin ibadethanelere yansımasının en güzel örneklerini dünyanın ilk tapınağı olan ve 12 bin yıllık bir maziye sahip olan Göbeklitepe’de, T biçimindeki sütunlar üzerine işlenmiş oymacılık sanatında; İstanbul Ayasofya’daki İslam dinine ait hat levhalarında ve yine Ayasofya’daki Hristiyan dünyasına ait İsa mozaiklerinde görebiliriz. Aynı şekilde Mısır Piramitleri de bu yansımanın en güzel örneklerdendir. Bir başka örnek ise İspanya’nın Kurtuba(Cordoba) şehri olabilir. 8.yüzyıldan 13.yüzyılın ortalarına kadar Müslüman Endülüs Emevi devletinin hükmü altında olan Kurtuba şehri, İslami sanat ve estetiğin halen gözler önünde bulunduğu bir şehirleşmeye sahiptir. Dinin mimari sanatlar yoluyla yansımasını, dönemin en harika oyma ve çini işçiliğini yapıp en devasa kulesini 90 metre uzunluğunda inşa ederek Tanrı’ya ulaşmaya çalışan Babillerin Babil Kulesi’nde(M.Ö 3000’ler) görebiliriz.
Nasıl ki ses bir forma bürünerek müziği oluşturmuştur tıpkı bunun gibi düşünce, inanç ve duygular da şekle bürünerek resim sanatını meydana getirmiştir. Sosyal bir varlık olan insan içsel dünyasının dışa yansımasını şekiller yani görsel sanatlarla da ifade etmiştir. Özellikle çok eski çağlarda görülen tanrı, melek ve diğer dini tasvirler ile onun nasıl bir görünüme sahip olduğuna dair fikir yürüten insanoğlu, sonraki zamanlarda ise okuma-yazma bilmeyen kimseler için dini öğretilerin görsel sanatlarla akılda kalıcılığı ve öğreticiliğinin pekişmesi amacıyla da resim sanatına yöneldiğinde, sanatın ve dinin resimler alanında kardeşliği ebedi hale gelmiştir.
Bu bağlamda dinin yansımaları ressamlar ve sanat eserlerinde de kendini çok çarpıcı şekillerde göstermiştir. Vincent van Gogh son çağların en popüler ressamıdır ve rahip yardımcılığı yapıp, ilahiyat dersleri alarak madenlerde papazlık yapmıştır. Sosyal statüsü düşük olan fakir maden işçilerinin yanında yaşamanın verdiği ilham ile ‘’Patates Yiyenler’’ adlı tablosunu yapmış ve onların sefaletini ilahi bir bakışla tuvale aktarmıştır. Leonardo da Vinci ise ‘’Son Akşam Yemeği’’ adlı eseriyle Hz.İsa’nın ihanete uğradığını açıkladığı ve havarileriyle son kez bir araya geldiği anı resmetmiştir. Yine Leonardo da Vinci ‘’Aziz Anne ile Bakire ve Çocuk’’ adlı eserinde çok çarpıcı bir dini detaya yer vermiştir. Bir ayağı kayalıkların üzerinde bulunan Meryem’in ayak işaret parmağı başparmağından daha uzundur. Bu ise şunu ifade etmektedir: O dönemin zenginleri parmak arası sandalet kullanmakta, fakir halk ise çıplak ayakla gezmekteydi. Parmak arası sandaletin iki parmağın arasını derinleştirmesi sebebiyle uzun süre kullanımdan sonra işaret parmağı başparmağın önüne geçmekteydi. Leo da Vinci bu durumu çizerek dindarlara bir bakıma: ’’Sizin ayak işaret parmağınız başparmağınızdan uzundur. Zenginliğinizi din yoluyla elde etmektesiniz.’’ mesajını vermiştir. Dinin resim sanatına etkisini bizim topraklarımızda ise Osman Hamdi Bey’in ünlü ‘’Kaplumbağa Terbiyecisi’’ eserinde görmekteyiz. Bu tabloda resimlenen, Doğulu giysiler içindeki erkek figürün önünde yer alan pencerenin alınlığında ‘’Şifa’aş Kulûp Lika’al Mahbub’’ yani ‘’Kalplerin şifası, Sevgiliyle (Hz.Muhammed) buluşmaktır.’’ yazmaktadır. Örnekler sayısızca çoğaltılabilecek olmakla birlikte Caravaggio, Bruegel gibi birçok ressamın da eserlerinde dini anların ve anlatıların yansımalarını görebilmekteyiz.
İnsanoğlunun varoluş anından itibaren kendisine yol arkadaşlığı yapan din ve sanat, ölüm bağlamında da bu dostluğa ihanet etmemiştir. Özellikle mezar taşlarına yapılan işlemeler bunun en önemli örneğidir. Osmanlı zamanında bir kadın genç yaşta vefat etmişse, mezar taşında duvak işlemesi ayak taşında ise kırık bir gül bulunurdu veya bir kovuk varsa ölen kişinin alim olduğuna dair bir bilgi sembolü yapılmış olurdu.
Yani insanoğlu, hakiki bir estetik ile gerçekleşen varoluşunu mezar taşlarındaki işlemeler ile yaptığı sanatla sonlandırmaktadır. Belki de hakiki sanat, doğum ile ölüm arasındaki zamana gerçek bir eser niteliği kazandırmaktır.
Bu yazıyı daha fazla kişinin keşfetmesi için tanıtım görselini indir:
Dikey | Yatay | Kare |
Kaynakça:
- https://www.gazeteipekyol.com/din-yola-gelmektir-sanat-yoldan-cikmaktir-makale,1754.
- htmlhttps://www.diyadinnet.com/bilgi-196-din-ve-sanat
- https://www.peramuzesi.org.tr/Eser/Kaplumbaga-Terbiyecisi/40/1
- https://www.mustafaaksoy.com/sanat-ve-din/
isabetli bir tespit olmuş. keza din olgusunun bir sanat motivasyonu, konusu, ilhamı, öznesi veya nesnesi olarak görünüşüne dikotominin diğer cephesinde de sıkça rastlanılmaktadır. F. Bacon din eleştirisi bakımından bu işi güzel yapan isimlerden. D.A. Siqueiros’un Kabil’in ölümü ve cenazesi resmi bu yazıya çok yakışır mesela yazarın eline sağlık
Din ile sanat arasındaki ilişkinin çok köklü ve karşılıklı beslemeye dayalı oluşunun güzel bir resmi olmuş bu metin. Elinize sağlık Harun bey. Benim acizane bir kaç eleştirim ve düzeltmem olacaktı. Eleştirilerimden ilki bu yazınızda kültür ile din olgusunu neredeyse özdeş işlemişsiniz. Benim kanaatime göre kültür daha esnek ve ‘muallak’ sınırlara sahipken din insanları ‘inanan’ ve o dine ‘inanmayan’ diye ayırır. Bu mânâda ben kültür ve din olgusunun özdeş kullanımına karşıyım. Fakat pek tabii kültür ve dinin alışverişinin Cemil Meriç’in deyimiyle ‘Umran’ oluşturmasını reddediyor değilim, hatta kültürün oluşmasındaki en büyük etkenlerden birisidir bence din. Düzeltmelerime gelecek olursak piramitler birer ibadethane veya tapınak değillerdir, onlar mezar olarak inşa edilmiş olup bir kutsaliyetleri varsa bile tapınmak için yapılmamışlardır. İkinci olarak ise Babil Medeniyeti Babil Kulesi’ni inşa etmeye II. Nebukadnezzar döneminde ancak başlayabildi, bu da demek oluyor ki Babil Kulesi’nin inşa tarihi muhtemelen MÖ 600-500 aralarında. Eğer oradaki tarihle Babil Medeniyeti’nin zaman dilimini göstermeye çalıştıysanız bu da çok hatalı olacaktır çünkü MÖ 3000’ler dediğimiz tarihte Sümer Medeniyeti vardır Mezopotamya’da. Babil Medeniyeti ilk başta bir kabile olarak sonra ise Hammurabi’nin statükosuyla ancak MÖ 1900-1700 yıllarında tarih sahnesine çıkabilmiştir. Diyeceklerim bu kadar olup, saygılarımı iletiyorum size, elinize sağlık.