Kontrol mekanizmalarının birey ve toplum bağlamında nasıl inşa edildiğini ele alan, başkaldıran bir metin.


 

“İktidar, yönetme gücünü elinde bulunduran kişi ya da kişilerdir.”

– Wikipedia

 

Yönetme gücünü elinde bulunduran bu kavram hayatımızın her noktasında bir nüfuza sahip. Etki ettiği, kontrol sağladığı alanlar saymakla bitmez. İnsanlar iktidar kelimesini politika ile ilişkilendirip ona göre yorumlasa da ben beşiğimizden bulaşık makinemize kadar iktidarın varlığını hissettiğimizi iddia ediyorum. Hayatımız bir iktidarlar ağında ilerliyor. Birçok düşünce iktidarın varlığını ve -eğer var yanıtını verirse- doğallığını sorgular. Bu konuda, baktığım pencerelerden yanıtlarımı vermeye ve onları gerekçelendirmeye çalıştım.

 

Kısım I – İktidarın Doğuşu


Biz doğduğumuzda aslında iktidarın içine doğuyoruz. Ebeveynlerimizi, yönetme gücünü elinde bulunduran kişileri düşünelim bebeklik çağlarımızdan yola çıkarak. Ebeveyn iktidarı denilebilecek bir gücün kontrolünde buluyoruz kendimizi, henüz kendimizin farkında dahi olmasak da. Ebeveyn iktidarıyla başlayan ve bir iktidarlar silsilesinde var olan hayatımız, bize iktidarın güç ve otorite kazanışını özetler. Güç ve otoritesine karşı yanıtlarımız ise hayatımızı şekillendirir.

 

“Çocuklar boyama kitabı değildir, onları en sevdiğin renge boyayamazsın.”

– Khaled Hosseini

 

Öncelikle yazının girişinde ve sonraki süreçte tekrar tekrar belirteceğim üzere iktidar, kontrol ettiği kitlenin nerede, ne zaman, kiminle, ne yaptığını bilmek ister. Elinde tuttuğu yönetme gücü basit bir yönetme isteği değil tüm hayatı yönlendirme arzusudur. Otoriter iktidarlar hayatlarımızı bilmek için elinden geleni yapar. Bu, iktidarın ölçeği ne olursa olsun hep değişmez bir gerçektir.

 

Ebeveyn iktidarı için de bu durum aynıdır. Çocukların; yasaklar, izinler ve sınırlar ile tanıştığı ilk iktidar türüdür. 0-3 yaş aralığında benliğimizi kazanma sürecimiz zaten oldukça maddesel düzlemdedir. Kendimizin ayrı bir varlık ve birey oluşunu anlamlandırma sürecimizi tamamlarız. 3-7 yaş arasında kazandığımız bu benliği geliştirme dönemine geçeriz. Artık konuşabiliyor, yürüyebiliyor, yemeği kendimiz yiyebiliyoruzdur. Yine de bütün bunlar içine doğduğumuz iktidarın çizdiği sınırlarla belirlenmiştir. Ailemizin dağarcığından fazlasını konuşmamız o dönem için çok zordur. Onlarsız yürüyebileceğimiz bir yer olmadığı gibi kendi yemeğimizi pişirmemiz mümkün değildir. İmkan ve sınır, iktidarımızca belirlenir. Oyuncaklarımız dahi bize tanınan izinlere ve iktidarın imkanlarına tabi tutulur. Kontrolümüz dışında ve seçimsiz yollarda ilerlemekten başka yapacak bir şeyimiz yoktur.

 

 

Kişiliğimizin belki de temellerinin atıldığı dönemi isyan edilemez (o dönem isyan kavramını bile bilmiyoruz) ve değiştirilemez ebeveyn iktidarıyla geçiriyoruz. Bazen görüşülen diğer insanlar ve diğer aileler bize dış dünyayı tanımaya fırsat sağlıyor. Dış ilişkilerimiz çok kısıtlı ve pek az sayıda gerçekleşiyor. Dünya’yı, bizim ebeveyn iktidarı alanımızdan ibaret olarak algılıyoruz. Ebeveynimiz üzerimizdeki sorumluluklarını yerine getirirken bizi de -genelde kendi istekleri doğrultusunda bir çabayla- şekillendiriyor. Bu, günümüz dünyasında Kuzey Kore örneğini taşıyor. Ebeveynlerimiz bize her şeyi bilen, her sorun karşısında çözüm bulan insanlar olarak gözüküyor. Kendi içlerindeki krizler bile eğer çok büyümüyorsa çözülüyor. Hayretler içerisinde izlediğimiz bu çözüm bulma, zorlukları atlatma hayranlığı bir noktadan sonra bize yetmemeye başlıyor, çünkü merak ediyoruz. Merak edip sorular soruyoruz. İşte o zaman “okuma-yazma öğrenmemiz, sayıları toplayıp çıkarmamız, sormaya ve merak etmeye başladığımız soruların yanıtını almamız” gerekiyor. Bu ise ebeveynlere bir yük doğuruyor ve tabi en son halkada bahsedeceğimiz bir sebeple ebeveynin eğitim-öğretim yapması istenmiyor.

Bu sorunların tek çıkış yolu varmış gibi görünüyor: Bir eğitim almak.

 

Okulda farklı ebeveyn iktidarlarının yönettiği kitleleri yani başka çocukları tanıyoruz. Sadece çocukları değil hayatlarını şekillendiren ebeveynlerini de tanıyoruz. İlk kez kendi ebeveynimizle karşılaştırabileceğimiz başka ebeveynleri görmüş oluyoruz. Karşılaştırmak için gerekenler elimize geçince karşılaştırma yapmamak mümkün olmuyor. Kafamızın içinde sorgu kıvılcımları çıkıyor. Bizim ebeveynlerimizden daha iyi ve daha kötü onlarca örneği gördükçe kendi ebeveyn iktidarımızın durduğu yeri, sağlığını ve devamlılığını sorguluyoruz. Bu ebeveyn iktidarı için ilk olan fakat küçük ve sağlam bir darbe oluyor.

 

Okulda farklı bir iktidar türüyle daha tanışıyoruz: Öğretmenler. Evde, bilginin sınırları ebeveynimizin veya yakın çevremizin bilgileriyle sınırlıyken; okulda hakkında ebeveynlerimizin hiçbir şey söylemediği konularda nispeten çok fazla bilgisi olan öğretmenler bulunuyor. Başlangıçta -üzerindeki yükü attığı için mutlu olan- ebeveynler öğretmenlere büyük ölçülerde saygı duymamız gerektiğini telkin ediyor, bilgiye değer vermeye ve saygı duymaya başlıyoruz. Bunlara sahip olan öğretmenler gözümüzde bir otorite kazanıyor. İstediklerini yaptırarak, teneffüsten vakit alarak vb. örnekler ile gücünü pekiştiriyor. Ailemizden çok okulda geçirdiğimiz vaktin de yardımıyla ailemiz yerine öğretmenler ve okul yavaş yavaş iktidarı elde ediyor. Bu süreç, ilkokul-ortaokul-lise şeklinde ilerliyor. İlkokuldaki öğretmen iktidarı ebeveyne benzer şekilde sarsılmaz, karşılaştırılamaz ve dolayısıyla sorgulanamaz oluyor. Tek bir öğretmen her konuyu biliyor ve bu bizde çok önemli ölçüde bir saygı oluşturuyor. Bu noktada bazen verilen ödevler yardımıyla, bazen yapılması gereken işler ile karşılaşıldığında aile, öğretmenlerin çocukları üzerinde kendilerinden daha yoğun bir güç ve otorite alanı yani iktidar kurduğunu fark ediyor. Bunu engellemek için “bu ne biçim ödev” gibi basit bir söylemden tutun da öğretmenle münakaşa etmeye varan birçok mücadele denense de iktidar normal süreçte öğretmene terk olunuyor. Ortaokula geçildiğinde iktidarlar çeşitleniyor. Birbirleriyle karşılaştırma imkanı bulduğumuz öğretmenlerden bazılarını seviyorken bazılarının dersine girmek bir işkenceye dönüşüyor. İşte bu bize karşılaştırılanın “sorgulanabilir” olduğunu gösteriyor. İlk ergenlik dönemimizi yaşamaya başladığımızda çok daha erken ve az da olsa fizyolojik ve psikolojik değişikliklerimiz hakim oluyor. Yeni öğrendiğimiz bu minik sorgulama hayatımızın çeşitli alanlarına sıçrıyor. Bizden ciddi sayacağımız dini, milli, bedenen dikkat edilmesi gereken çeşitli eylemlerin istendiği lise çağına geldiğimizde sorgulama -eğer tüm süreç doğru işliyorsa- bizi sarıp sarmalıyor. Okulu, hayatı, dini, ebeveyni, karşı cinsi, hemcinsi, ketçap ve mayonezi daha eleştirel bir pencereden görüyoruz. İsyan kavramıyla tanışmamız da bu döneme rastlıyor. Ailemize, okula, öğretmenlere, dine ve daha birçok şeye başlattığımız bu isyan belki de geleceğimize en büyük yatırım olacak. Ergenliğin yoğun bir şekilde ilerlediği bu dönemde baskılamaya çalıştığımız fizyolojik istek ve ihtiyaçlarımızdan doğan enerjiyi bir potada eriterek verimli bir zaman geçirmek mümkün oluyor. Hem ebeveyn hem de öğretmen iktidarları önemli derecede hasarlanıyor ve iktidar kavramının bizdeki altı dolmaya başlıyor.

 

 

Bu noktada bazı insanlar akademik hayatla devam ederken bazıları işe başlıyor. Akademik hayatın da sonunda iş geleceği için akademik süreçten bir nebze bahsetmek yanlış olmaz. Akademik iktidarlar (akademisyenler) belki de en az sorgulanan iktidarlardandır. Çok özerk, sadece kendi sınırlarında dolanan ve -geçirip geçirmeme gibi- çok sert yaptırımların dışında güç ve otoritesini asla kullanmıyor. Böylece ortamda yokken çok kolay eleştiriliyor ama kendisine karşı bir isyan çok nadiren çıkarıyor. İş hayatında özel sektördeki patronumuz üstünde devleti hissediyor, özel sektörde değilsek veya kendimiz patronsak -her bir senaryoda farklı iktidarlar olsa da- fark etmeksizin sonunda bir iktidara bağlı kaldığımızı görüyoruz: Siyasi İktidar. Bu noktaya kadar isteğimiz ve rızamız dışında içine doğduğumuz bu düzenin iktidarı doğal bir şekilde hayatımızın her evresinde tepemize diktiğini göstermek istedim. İkinci kısımda iktidar kavramının mekanizmalarının siyasi iktidar tarafından nasıl kullanıldığını irdeleyeceğim.

 

 

Kısım II – Tuğlalar ve Zamk


“Hapishanelerin, fabrikalara, okullara, kışlalara, hastanelere ve bütün bunların da hapishanelere benzemesi şaşırtıcı değil mi?” 

– Michel Foucault

Herkes duvarının ilk tuğlasını kendi cebinde taşır.

Fransız sosyolog ve düşünür Foucault’un eserinden yola çıktığım ve iktidarın hayatımızı nasıl kontrol ettiğini bana düşündürten kısım tam olarak bu. Önceden de dediğimiz gibi iktidar, kontrol ettiği kitlenin nerede, ne zaman, kiminle, ne yaptığını bilmek ister. Siyasi iktidarın kontrol ettiği kitleye halk denir. Halklar iri ufaklı da olsa milyonlarla ifade edilir demek yanlış olmaz. Milyonların nerede, ne zaman, kiminle, ne yaptığını bilmek çok zordur. Herkesin yapacağı şeye, zamana vesaire karar vermesi mümkün olan bir dünyada iktidarın bunu kontrolü herkese bir çip, bir GPS takması ile sağlanabilirdi herhalde ama bu pratikte neredeyse  imkansız. Kimin nerede, ne zaman, ne yapacağına eğer iktidar karar verirse bunu bilmek kolaylaşacaktır. Öyleyse herkesin, belirli zaman diliminde, bilinen bir yerde, ödev olarak verilen işleri yapması sağlanmalıdır.

 

 

Halk kavramını yakından irdelediğimiz zaman okul öncesi çocuklar (0-5 yaş) , okul çağındakiler (7-18/24 yaş) , çalışan ve çalışmayan erişkin nüfus (18/24-65 yaş) ve yaşlılar (65 ve üstü yaş) olarak gruplandırmanın iktidarın hapishane sürecini anlamaya yardımcı olacağını göreceğiz. Okul çağındakileri hapsetmenin formülü çok açıktır. 8 yaşındaki bir insana asla anlatamayacağınız bir mantıkla belirli bir okul sınırları içerisinde belirlenen bir sürede (örneğin 9-15) kalması gerektiğini söylüyorsunuz. İktidar, gelişiminin doruğunda; zekasının ve yorum gücünün, merakının ve enerjisinin bilendiği ve geliştiği çağdaki çocukların belirli bir alanda ve belirli bir müfredatla; belirli insanların, belirli sürede okulda tutulmasını sağlıyor. Böylece boş zamansız kalan çocuklar bir insan yığınından öteyi ifade etmiyor. Evet, okul belki bu düzenin bir gerekliliğidir diyelim ama en azından tüm bu “belirli” olan şeyleri kimin belirlediğinin önemini görmezden gelmeyelim.

 

Çalışan erişkin nüfus zaten kapitalizm içerisinde bu çalışma sürecine mahkumdur. Kapitalizmi kabaca “ürettiği şeyi önce size ihtiyaç olarak benimseten sonra da o ‘ihtiyacı’ elde edebilmek için çalışmayı şart koşan sistem” olarak tanımlayabiliriz. Bu noktada kapitalizmin belki de en az önemsediği şey sattığı ürünün bildiğimiz anlamdaki maddi karşılığıdır. Kapitalizm büyük ihtimalle o parayı önemsemiyor bile. Burada önemli olan şey aynı çocukların boş zamanının olmadığı gibi erişkin nüfusun büyük çoğunluğunun elinden de bu boş zamanı almaktır. Boş zamanı olmayan kimse düşünmeye, sorgulamaya ve yaratmaya zaman bulamaz. Bu kapitalist motivasyon çalışmayı ve çalışkanlığı övmekle daha da artar. Sosyal Darwinist emareler taşıyan bu durum artarak gider.

 

 

Yaşlılar veya emekliler denilecek grubun yığınla boş vakti var gibi gözükse de hayatın posasını çıkardığı bu güruh ancak ömrünü tamamlayabilmek için uğraşır. Din daha ön plana çıkar. Dünyevi meseleler için vaktini harcayan pek az çıkar. Belirli ve kayda değer bir grup emekli ise emekliliğe rağmen hayatlarını idame ettirebilmek için yine çalışmak zorunda kalır. Çalışmayan erişkin nüfusun bu düzende zaten yeri yoktur. Çoğunluğunu ülkemizd- ev hanımlarının oluşturduğu bu grup, okul öncesi çocuklar ile beraber evdedir. Toplumsal cinsiyeti iktidar körükler. Kadın evde çocuğa bakmakla, ev işlerini halletmekle yükümlüdür. Ekonomik bağımsızlığı yoktur. Yine de boş vakti bol bol kalır. En tehlikeli grup, iktidar için, bu gruptur. Bunu da en güzel silahıyla çözer: Medya. Günümüzde bu medya aracının büyük kısmını TV oluşturur. İnsanın kendinden daha aşağı konumdakini izleyip kendini tatmin etmesinden yararlanan medya hep gariplik, ilginçlik, bayağılıkla doludur. Çalışmayan erişkin nüfus da bunları izleyerek elindeki kıymetli vakti yine savurmuştur.

 

Böylece iktidar çocuğu annesinin yanına, anneyi ise toz bezi-TV-çocuğun kirli bezi arasına, gençleri okula ve erişkin nüfusun önemli kısmını da işe hapsetmiştir. Her şey iktidar için tıkırındayken insanların derdi akşam tencereyi neyin tıkırdatacağı olur. Bunun çözümü için formül diye akıl verecek seviyede değilim, yine de acı gerçeklere çözüm bulmanın o gerçeklerin ne kadar acı olduğunu kabul etmekle başlayacağını düşünüyorum.

Sisifos misali, düşünmeye ve sorgulamaya devam.


mehmet burak batukan


 

Sosyal medyada paylaşmak için görsel indir:

Dikey Yatay Kare

 



Kaynakça:

  • Hosseini Khaled, 2004, Uçurtma Avcısı, Everest Yayınları
  • Foucault Michel, 2001, Hapishanenin Doğuşu, İmge Kitabevi