Salgın kavramını; kurgu metin, tarih ve psikoloji bağlamlarında irdeleyen katmanlı ve harikulade bir metin.


 

“…İster semavi varlıkların üzerimizdeki etkisinden ötürü olsun, isterse Tanrı’nın haklı öfkesi tarafından, korkunç eylemlerimiz karşısında, ıslah olalım diye biz fanilerin üstüne salınmış olsun; sebebi her ne ise, bu hastalık birkaç yıl önce doğu tarafında başladı, bir yığın cana kıya kıya, dur durak bilmeden bir yerden diğerine sıçradı ve korkunç bir biçimde batıya doğru yayıldı. Ne bu iş için atanmış çok sayıda görevlinin kenti çerçöpten arındırması, hastaların kente girişinin yasaklanması, sağlığı korumaya yönelik düzenlemeler yapılması; ne de sofuların, düzenli topluluklar halinde ya da daha başka suretlerde Tanrı’ya tevazu dolu yakarışları; onun karşısında fani aklın bilgisi de sezgisi de işe yaramadı ve yukarıda bahsi geçen sene, ilkbaharın başına doğru korkunç etkilerini birdenbire olağanüstü bir biçimde göstermeye başladı.”

Decameron, s. 12-

 

2020 yılına damgasını vuran küresel SARS-CoV-2 pandemisiyle alışkanlıklar altüst oldu, normaller yeniden tanımlanmak durumunda kaldı ve pek çok şey belki de geri dönülmez şekilde değişim geçirdi. Kimileri bu sürecin sonunda bizi yepyeni bir dünyanın beklediğini iddia ederken kimileri her şeyin pandeminin bitmesiyle eski haline döneceğini savunadursun; tarihteki pek çok salgına bakarak şunu söyleyebiliriz ki küresel salgınlar toplumların sosyal, ekonomik, kültürel, demografik unsurlarında kalıcı etkiler bırakmış ve büyük ölçekli değişimlere neden olmuştur. Ancak tarihsel süreçte insanoğlunun belleğinde belki de en ağır hasarı bırakan, 14. Yüzyılda özellikle Avrupa’yı kasıp kavuran veba salgınıydı.

 

1330’larda Orta Asya ve Batı Çin’de ortaya çıkan veba başlangıçta batıya doğru yavaşça ilerken; 1346’da bir Ceneviz kolonisi olan Kırım’ın Kefe şehrini doğudan yağmaya gelen Tatarların kuşatmasıyla hastalık önce buraya, sonrasında kuşatmadan kaçan Cenevizli gemiciler vasıtasıyla Konstantinopolis’e ve Ceneviz kıyılarına, yani 1347 yılı itibariyle Avrupa’ya ulaşmış olur.  

 

Bölgeyi sonsuza dek değiştirecek olan bu salgın, dönemin en önemli figürlerinden Boccaccio’nun da kalemine yansımakta gecikmez. 1348’de yazmaya başladığı, düzyazının ilk örneklerinden olan Decameron; Floransa şehrindeki vebadan kaçıp kırsala sığınmak amacıyla yola çıkan 10 kişilik kafilenin 10 gün boyunca birbirlerine anlattıkları, Ortaçağ’ın bütün renkliliği, karmaşıklığı, yozlaşısı ve çarpıklığını barındıran öykülerden oluşur. Ama bu yazıda bize çağın tanığı olarak ışık tutacağı kısım olan, vebayı her şeyiyle anlatmaya çalıştığı girizgah bölümüne odaklanacağız. Ama gelin her şeyden önce, insanı dehşete düşüren belirtilerini ve süratli yayılımını anlayabilmek adına bir hastalık olarak vebaya göz atalım.

 

                                                                               Giovanni Boccaccio             

 

Veba: Kara Ölüm


“Doğuda birinin burnundan kan gelmesi, kesin olarak öleceğine dair açık bir işaretti ama bizde öyle olmadı. Hastalığın başında hem erkeklerin hem de kadınların kasıklarında ya da koltukaltlarında, bazıları aşağı yukarı bir elma, bazıları da yumurta büyüklüğünde şişlikler belirirdi; bu şişliklerden kimileri biraz daha iri olurdu, kimileri ise daha küçük kalırdı ve halk dilinde bunlara hıyarcık denirdi. Vücudun bu iki bölgesinde ortaya çıkan ve ölümcül olan malum hıyarcıklar kısa zaman içinde vücudun rastgele yerlerinde çıkıp büyümeye başlardı. Ardından hastalığın seyri değişmeye, kolda, bacakta ya da vücudun herhangi bir yerinde, kimileri iri ve seyrek, kimileri ise küçük ve yan yana, siyah ya da mor renkte lekeler görülmeye başlardı. Hıyarcıklar ilk zamanlar kapıdaki ölümün şaşmaz habercisiydi, hâlâ da öyleler. Bu lekeler de vücudunda beliren kişi için aynı nitelikteydiler.”

Decameron, s. 12-

 

Veba; Yersinia pestis bakterisiyle enfekte olmuş pirelerin kemirgenler vasıtasıyla insanlara geçerek enfeksiyonu onlara bulaştırmasıyla ortaya çıkan bir hastalıktır. Hijyen kültürü ve altyapı bakımından oldukça yetersiz olan Ortaçağ kentlerinde ev kemirgenleri aracılığıyla hastalığın bu denli hızlı yayılması gayet anlaşılabilirdir.

 

Hastalığın üç tipi bulunmakla birlikte en sık görüleni, Boccaccio’nun da belirtilerini iyi bir gözlemle tariflediği bubonik (hıyarcıklı) vebadır. Ortaçağ minyatürlerinde resmedilen veba hastalarının vücutlarının çeşitli yerlerinde oluşan şişliklerden hatırlayabileceğimiz bubonik veba, bağışıklık sistemimizin en önemli unsurlarından olan lenf nodlarının şişmesiyle karakterizedir. Bu tipte, insandan insana bulaşı söz konusu değildir.

 

 

“Hani kuru ve yağlı maddeleri ateşe iyice yaklaştırınca alev alır ya; bu vebanın şiddetini doruklara taşıyan da, birebir temas halinde hastalığa yakalanmış olandan sağlıklıya aynı öyle bulaşıvermesiydi işte. Hatta iş bu kadarla da kalmıyordu; hastalarla konuşmanın, temasta bulunmanın sağlıklı kişi için ölüme davetiye çıkarması bir yana, hastaların giydiği kıyafetlere, daha önce dokunduğu, kullandığı eşyalara el sürmekle bile hastalığın bulaştığı görülüyordu.”

Decameron, s. 13-

 

Peki Boccaccio’nun en sağlıklı insanların dahi hastalarla temasta bulunduktan sonra öldüğünü gözlemlemesi nasıl açıklanabilir? Bu noktada hastalığın bir diğer tipi ve en ölümcülü olan pnömonik vebaya bakmamız gerekiyor. Bu tipte, bakteri artık akciğerlere de yayılıp ağır bir zatürreye neden olur. Bu yüzden konuşma, öksürme, hapşırma sırasında oluşan damlacıklar yoluyla bir insandan diğerine kolaylıkla bulaşabilmekte ve çok daha ağır seyreden bir klinik tabloya yol açabilmektedir.

 

Kalan son tip olan septisemik vebada, bakteri kana karışarak vücudu şoka götüren bir süreci başlatmış olur. Zaman zaman uzuvlarda doku ölmesi dediğimiz kangrene bağlı olarak siyah lekeler oluşturabilir, bundan dolayı “kara ölüm” olarak da adlandırılmıştır.

 

Bütün bu dehşet verici belirtileri ve yayılımın hızını göz önüne aldığımızda, insanların o dönem içinde yaşadığı korku ve çaresizliği hayal etmek o kadar da zor olmayacaktır.

 

 Pieter Bruegel the Elder, Ölümün Zaferi, 1562

 

Salgın Döneminde Tıp ve Sağlık: Kötü Kokudan Kaçının


“Hekimlerin tavsiyesi, ilaçların etkisi sonuç vermemiş, bu illetin tedavisinde hiçbiri işe yaramamış görünüyordu. Ya hastalığın doğası buna imkân vermiyordu ya da şifacıların cehaleti; çünkü kadın olsun, erkek olsun, tıp alanında herhangi bir eğitim görmemiş şifacıların sayısı ilim irfan sahibi olanlarınkini geçip korkunç boyutlara ulaşmıştı ama hastalığa neyin neden olduğundan bihaberdiler; haliyle doğru tedavi uygulamaktan da acizdiler. Bu yüzden hastaların pek azı iyileşiyordu ve kimileri daha uzun, kimileri daha kısa yaşasa da hemen hemen hepsi yukarıda bahsedilen belirtilerin ortaya çıkışının üçüncü gününde hiç ateşlenmeden ya da başka bir rahatsızlık geçirmeden ölüyordu.”

Decameron, s. 13-

 

Batı Roma’nın yıkılışından Rönesans ve hümanizmanın ayak seslerinin duyulduğu döneme kadar Avrupa’da tıp asla bağımsız değildi. Kilisenin kontrolü altında “manastır hekimliği” adı altında din, felsefe, astrolojiyle iç içe geçmiş tıp uygulamaları gerçekçi çözüm üretmekten çok uzaktaydı. Hastalıkların insanın günahlarının bir sonucu olarak başa geldiği ve tek çözümün dua edip azizlerin yardımını dilemek olduğu görüşü büyük oranda hakimdi. Bu tarz eğitime karşı çıkan üniversiteler olduysa da kilise tarafından koyulan otopsi yasakları, rahiplerin onayına dayanan tedavi usulleri gibi kurallarla tıp eğitimi bir şekilde baltalandı.

Kendisi erken dönem hümanistlerinden olan Boccaccio, tahsilsiz şifacıların ilim irfan sahiplerinin önüne geçtiğini ifade ettiği tespitinde mevcut problemin farkında olarak skolastisizmin köhneliğini gözler önüne sermiş; bu hastalığın nedeninin ve bir çözümün bulunamıyor oluşunu bu çarpık sisteme bağlamıştı.

 

Veba hastalarını ağırlayan bir manastır-hastane

 

“Bunlar bir yerlere kapanmak yerine ellerinde taşıdıkları çiçeklerle, mis kokulu otlarla, envai çeşit baharatlarla etrafta dolaşıyorlar ve ölülerin cesetlerinden, hastaların bedenlerinden, ilaçlardan yükselen kötü kokunun havayı hınca hınç doldurup kirlettiğini, beyni dinç tutmanın en iyi yolununsa güzel kokulardan geçtiğini düşündüklerinden, ellerindeki demetleri sık sık burunlarına götürüyorlardı.”

Decameron, s. 15-

 

Hekimlerin çoğu bu hastalığın cesetlerden ve hastalardan gelen kokular vasıtasıyla yayıldığı hususunda hemfikirdi ve bu kaotik ortamda çaresizce deva bekleyen halka bu görüşlerini anlattıkları “veba broşürleri” denen birtakım bildiriler yayınladılar. Bu bildirilerden en ünlüsü Burgonyalı John (Johannes de Burgondia) isimli bir hekimin eseridir. Aristotelesçi felsefeyi esas aldığı eserinde hastalığın pis kokular ve bozulmuş vücut sıvı dengeleri sonucu ortaya çıktığını ifade ediyordu. Ona göre; az yemeli, bol su içmeli, baldan vazgeçmeli, seksüel aktivitelerden kaçınmalı, evde güzel kokular bulundurmalıydı.

 

Ancak ümitsizlik içinde hiçbir şeyin bu hastalığa çare olmadığını gören insanlar artık tütsüler yakma, idrarla yıkanma, tılsımlar giyme, evde ölü hayvanlar bulundurma gibi her türlü tuhaf uygulamaya başvuruyordu. Evini sürekli havalandıranlar, gün boyu çeşitli kokularla gezenler, her sabah ilk iş çiçek koklayanlar olduysa da bunların hiçbiri salgının yayılmasını engelleyemedi.

 

 

Salgının Sosyal Hayata Etkileri: Parçalanan Toplum


“…nice nice olaylar, hayatta kalanların aklına çeşit çeşit korkular, karabasanlar salıyor ve neredeyse herkesi, hastalardan yahut eşyalarından sakınıp uzak durmak gibi son derece acımasız bir yola itiyordu; çünkü böyle yapmakla herkesin kendi çapında sağlığını koruyabileceğine inanılıyordu. İçlerinden bazıları, ölçülü bir yaşam sürerek, her türlü aşırılıktan kaçınarak böylesi bir musibete büyük oranda karşı konulabileceğini düşünüyor, kendi topluluklarını oluşturup diğer insanlardan ayrı yaşıyor ve içinde tek bir hastanın bile bulunmadığı, daha rahat edebilecekleri evlerde toplanıp inzivaya çekiliyorlardı; burada, her türlü israftan kaçınarak, lezzetli yiyecekleri, seçkin şarapları azar azar tüketerek, birbirleri dışında kimseyle konuşmadan, dışarıdan gelebilecek hastalık ya da ölüm haberlerini duymak bile istemeden, çalıp söyleyerek, ellerinden geldiğince eğlenceler türeterek günlerini geçiriyorlardı.”

Decameron, s. 14-

 

En sağlıklı görünen insanların dahi günler içinde hayatını kaybedebildiği, herkesin hastalıktan korktuğu için gömmeye bile cesaret edemediği cesetlerin caddelerde yığınlar oluşturduğu, birkaç hafta içerisinde aile bireylerinin tamamını kaybedenlerin olduğu bu son derece karanlık atmosferde insanlar gerçekten çaresizdi ve kimse ne yapılması gerektiğini bilmiyordu. Hekimler bir çare bulamıyor, bilimin bıraktığı boşluğu söylentiler dolduruyor, ölüm korkusu her saniye varlığını hissettiriyordu. Bütün bu musibetlerin insanın aşırılıkları ve günahları yüzünden ortaya çıktığını düşünenler; kendilerince inzivaya çekiliyor, bu kaotik ortamdan mümkün olduğunca soyutlanıp erdemli yaşamaya gayret ediyor ve her şeyde ölçülü olmaya özen gösteriyorlardı.

 

“Tam tersini düşünenler, bol bol içmenin, keyif sürmenin, etrafta güle oynaya, şarkılar söyleye söyleye dolaşmanın, mümkün mertebe her türlü hazzın tadını çıkarmanın, olan bitene gülmenin, şakalaşmanın bu korkunç musibete kesin çare olacağını savunuyor, bütün bunları sözde bırakmayıp ellerinden geldiğince hayata da geçiriyorlardı. Gece gündüz demeden, meyhane meyhane geziyorlar, hesapsızca, izansızca içiyorlar, bir evde hoşlarına gidecek, keyiflerini yerine getirecek bir şeylerin kokusunu aldılar mı orayı kendilerine mesken belliyorlardı. Bu konuda pek sıkıntı da çekmiyorlardı; çünkü herkes sanki yarına çıkmayacakmış gibi gerek canlarını gerekse mallarını gözden çıkarmıştı.”

Decameron, s. 14-

 

Salgının dehşeti, terk edilen evler, toplu mezarlar gibi mahşeri alametler bazılarında Tanrı’nın insanlığı terk ettiği kanısını uyandırdı. Bunlar Hristiyanlık inanışında “Mahşerin Dört Atlısı”ndan sonuncusu olan Ölüm’ün sürdüğü kül rengi atla temsil edilen savaş, kıtlık ve hastalığın her yerde hüküm sürmesinden hareketle dünyanın sonunun geldiğine inanıyor; bu yüzden hiç olmazsa son günlerini kural tanımaksızın serbestçe geçirmeyi yeğliyorlardı. Bütün bunlar toplumdaki genel ahlak ilkelerinin yıkılmasına sebep oldu; suç oranları hiç olmadığı kadar arttı, İngiltere’de cinayet oranları ikiye katlandı, işsiz ve aşsız kalan insanlardan dolayı hırsızlık sıradanlaştı.

 

 

“Yurttaşların birbirinden kaçmasını, komşuların birbirleriyle neredeyse hiç alakadar olmamasını, akrabaların arada sırada, uzaktan uzağa görüşmelerini ya da birbirlerini hiç ziyaret etmemelerini bir yana bırakın; bu bela, gerek kadınların gerekse erkeklerin yüreğine öyle bir korku salmıştı ki ağabeyi kardeşini, amca yeğenini, kardeşi ablasını, çoğu zaman da karısı kocasını terk ediyordu; hatta inanılır gibi değil ama daha fenası, anne babalar sanki kendi canından değilmiş gibi evlatlarıyla görüşmekten, bakımlarıyla ilgilenmekten kaçınıyorlardı.”

Decameron, s. 15-

 

Hiçbir şeyin bu salgının yayılımını önleyemediğini gören insanlar son çare birbirinden uzaklaşıyor, toplumu ve aileyi bir arada tutan etmenler (karnavallar, pazarlar, ayinler) bir bir terk ediliyordu. Salgın boyunca alınan önlemlerden belki de bir tek bu gerçek anlamda etkili olabilmiştir. Boccaccio’nun herkesin en sevdiklerinden bile çekinir olması, anne-babaların çocuklarından dahi uzaklaşması olarak tarif ettiği korku atmosferi; insanlarda meydana gelen histerinin büyüklüğünü anlamamıza yardımcı oluyor.

 

Bu histeri sadece bireysel düzeyde sınırlı kalmıyor; toplumun her bir ferdinin birlikte deneyimlediği bu hastalığın maddi ve manevi çöküntüsü kitlesel histerilere de neden oluyordu. Salgının sadece insanların günahlarını terk edip bedenini ve nefsini dizginleyerek ruhunu temizlemesiyle biteceğini savunan “Haç Kardeşliği” tarikatının mensupları ellerinde urganlarla caddelerde kendilerini kırbaçlıyor, bütün insanları bu yolla ruhlarını dizginlemeye ve arındırmaya davet ediyorlardı. Tarikat sonrasında daha da ileri giderek salgının sorumlusu olarak Yahudileri göstererek toplu katliamları tetiklemiş ve sadece Strasbourg’da 2000 Yahudinin öldürülmesine sebep olmuştur.

 

Bedenlerini kırbaçla cezalandıran flagellantlar

 

Salgının Dini Hayata Etkileri: Kilisenin Otoritesi Sarsılıyor


“…Vebanın şiddetini artırmasıyla birlikte bütün bunlar ya büyük oranda ya da tamamıyla terk edildi ve yerlerini yeni yeni âdetler aldı. İnsanlar, etraflarında kadın kalabalığı olmadan ölüyordu ve pek çokları bu hayattan göçerken ölümlerine kimseler şahit olmuyordu. Ardından içli içli ağlayanı, acı acı gözyaşı döken yakını olanlar çok azdı; dahası, bunların yerini büyük oranda kahkahalar, şakalaşmalar, toplu cümbüşler almıştı ve can havliyle bu yeni âdete en çok sahip çıkanlar, yüreklerinin o kendilerine has yufkalığını büyük oranda bir kenara bırakan kadınlar olmuştu. Kiliseye kadar cenazeye eşlik eden yakınların sayısı nadiren onu, on ikiyi geçerdi ve tabutları sırtlayanlar saygın, kıymetli hemşeriler değil, düşük mertebeden gelip kendilerine definci diyen ve ücret karşılığında bu tür hizmetler veren mezar kazıcılardı; onlar da merhumun naaşını ölmeden önce seçtiği kilise yerine genellikle en yakınlarındakine, telaşlı adımlarla taşırlardı. Dört ya da altı din adamı, ellerinde ya birkaç tane mumla ya da mum bile olmadan önlerine düşerler ve mevtayı, uzun, dini merasimleri yerine getirme zahmetine pek girmeden, kendilerine definci diyenlerin yardımıyla, bulabildikleri boş mezarlardan herhangi birine alelacele bırakırlardı.”

Decameron, s. 17-

 

Her gün yüzlerce kişinin bu hastalıktan öldüğü şehirlerde ölüm o kadar sıradanlaşmıştı ki, Boccaccio’nun da ifade ettiği gibi ölünün arkasından yapılan dini ritüeller artık terk edilmiş ve dini hayat her yönüyle bu durumdan oldukça etkilenmişti. Salgına aldırış edilmeden devam ettirilen bazı rutin ayinler ise bir noktada iptal edilmek duruma geldi, çünkü salgınla birlikte sayıları hayli azaldığı için rahip veya manastır üyesi bulmak güçleşmişti. Ayrıyeten salgının sebep olduğu bu terör hali, toplumda genel bir ahlak bozukluğuna açmış ve kilisenin otoritesi sarsılmaya başlamıştır. Ancak kilise, hakimiyetini esasında salgına bir çözüm bulamadığında kaybetmeye başlamıştır.

 

Bilimsel temelden çok uzak bir eğitimden geçmiş olan hekimlerden tatmin edici çözümler bulamayan halk, bakışlarını her şeyin cevabının kendisinde olduğunu iddia ettiği kilise otoritelerine çevirdiğinde bu hastalığın günahkarları cezalandırmak için bir araç olduğu yanıtını alır ve çözümü noktasında hiçbir elle tutulur öneri sunulmadığından kiliseye duyulan inanç bu noktada sarsılır.

 

Bu otorite boşluğunu ise bağımsız dini gruplar doldurarak bundan istifade etmiş, salgınla ilgili türlü türlü yorumlar ortaya atmışlardır. Dünyanın sonunun geldiğini savunup her türlü dünyevi zevkten vazgeçenler bir yana, önceden bahsetmiş olduğum şekilde daha da ileri gidip bedenleri cezalandırarak ruhlarını yüceltmeye çalışan tarikatlar da ortaya çıkmıştır. İş bir noktada kontrolden çıkıp toplumsal infialler gelişince bu dini gruplar 1349’da Papalık tarafından yasaklandı.

 

                                                                 

“Haç Kardeşliği” üyeleri

 

Salgının Kültürel Etkileri: Ölümün Dansı


“Böylesine farklı farklı görüşleri benimseyenlerin hepsi ölmüş değildi, fakat hepsi sağ kalmış da değildi; aksine her görüşten insanlar dört bir yanda hasta düşüyorlardı ve hastalanmadan önce diğerlerine nasıl örnek olmuşlarsa, hastalandıktan sonra sağlıklı kalanlardan da aynı muameleyi görüyorlar, eriyip giderken neredeyse tamamen bir başlarına bırakılıyorlardı.”

Decameron, s. 15-

 

Salgınla ilgili hangi görüşe sahip olduğu, hangi sosyal sınıftan geldiği fark etmeksizin hiç kimse, bu salgının kurbanı olmaktan kurtulamadı. Sosyal tabakalar arasında eşitsizliğin çok belirgin olduğu 14. yüzyıl Avrupa’sında, insanlar ilk kez herkesi birbirine bu kadar eşitleyen bir unsurla karşı karşıyaydı. İster genç olsun ister yaşlı, ister rahip olsun ister heretik, ister soylu olsun ister avam; herkes vebanın getirdiği ölüm karşısında son derece eşitti.

Ölümün etkisini bu kadar ağır hissettirdiği bir dönemde, bunun elbette kültür-sanat dünyasına da tesiri olacaktır. Sanat ürünleri artık daha karamsar bir hava barındırıyor, ölümün simgesi haline gelmiş iskeletler her birinde kendini gösteriyordu. “Danse Macabre (Ölümün Dansı)”, sanatın her alanında dışa vurulan bir alegori haline gelmişti. Bu eserlerde iskeletlerle sembolize edilen Ölüm; sosyal katmanlar arasında ayrım gözetmeksizin -tipik olarak kral, papaz, keşiş, delikanlı, güzel kadın-  herkesin arasında dolaşarak, hayatın kırılganlığını ve dünyevi zevklerin beyhudeliğini vurguluyordu.

 

 

Vebanın bir diğer kültürel sonucu da belki ulus dillerinin yazınsal anlamda gelişmeye başlamasıdır. Çünkü Latince’yi edebi anlamda bilen ve kullanan ruhban sınfının pek çok üyesi diğer herkes gibi bu salgında kaybedilince çoğu boş kalan kiliselere genç ve tecrübesiz rahiplerin gelmesiyle; ruhban sınıfı, dolayısıyla Latince güç kaybetmiş oldu. Bu da yerel dillerin kendini gösterebilmesine zemin hazırladı.

 

Salgının Demografik Etkileri: Her Üç Kişiden Biri Öldü


“Ya umutları ya yoksullukları yüzünden evlerinde, mahallelerinde kısılıp kalan aşağı tabakanın ve muhtemelen orta tabakadan olan büyük çoğunluğun hali ise çok daha içler acısıydı; çünkü her gün binlercesi hasta düşüyordu ve neredeyse istisnasız hepsi, yardım alamadan, bakım yüzü göremeden ölüyordu. Çoğu gündüzleri ya da geceleri sokak ortasında can veriyordu; pek çokları ise evinde ölüyordu fakat anca çürüyen cesetlerinden gelen kötü kokular komşulara ulaşınca öldükleri anlaşılıyordu ve etraf onların, sağda solda ölenlerin cesetleriyle doluydu. Komşular, merhuma besledikleri sevgiden ve bir o kadar da kokuşan cesetlerden kendilerine hastalık bulaşmasından korktuklarından genellikle hep aynı yola başvuruyorlar, ölenlerin cesetlerini ya kendi başlarına ya da bulabildikleri takdirde hamalların yardımıyla evlerinden çıkartıp kapılarının önüne bırakıyorlardı; böylece bilhassa sabahları oradan gelip geçenler sayısız cesetle karşılaşıyorlardı.”

Decameron, s. 17-

 

Hastalıktan ölenlere mezar yetiştirilemediği, cesetlerin caddelerde biriktiği bir ortamda istatistiksel verilerin pek de sağlıklı olamayacağı aşikar, ancak sadece Boccaccio’nun çizdiği bu tablo bile bize bilançonun ne kadar ağır olduğunu anlatmaya yetiyor. Genel kabul Avrupa’da en az yirmi beş milyon insanın salgın sebebiyle öldüğü yönünde ki bu sayı o zamanki popülasyonun üçte birine tekabül ediyor. Nüfusun tekrar salgın öncesi seviyeye gelmesi neredeyse iki yüzyıllık bir zaman alacaktı.

 

 

Boccaccio durumun vahametini tasvir etmiş olduğu yukarıdaki paragrafın devamında -abartılı bir sayıyla- salgında Floransa’da yüz bin insanın öldüğünü ifade ediyor, o günlerde bir keçinin ölümü ne kadar önemseniyorsa bir insanın ölümünün de o kadar önemsendiğini üzülerek aktarıyordu. Şehirlerinin büyük kayıplarının yanı sıra kırsal bölgeler de salgından aynı derecede etkilenmiş, hatta bazı köyler yok olma durumuna gelmişti.

 

Salgının özellikle bazı bölgelerde bu denli yüksek ölümlere neden olmasının nedenleri arasında salgından yaklaşık otuz sene kadar önce Batı Avrupa’yı kasıp kavuran “Büyük Kıtlık 1315-1319” döneminin etkileri de göz ardı edilmemeli. İklim koşullarının elverişsizliği sonucu tarım ve yiyecek ürünlerindeki azalma, pek çok insanda malnütrisyona (beslenme bozukluğu) bağlı olarak bağışıklık sistemi fonksiyonlarında hasarlara sebep olmuş ve bu tür enfeksiyonlara karşı savunmasız bırakmıştır.

 

Her sosyal sınıftan insanın etkilendiği bu salgında, ruhban sınıfının bir miktar daha fazla etkilenmesi de ayrıca dikkat çekiyor. Bunun din görevlerinin manastır hastanelerinde hastalarla ilgilenmeleri, zaman zaman toplu ayinlerde bulunmaları, hastaların gömülmesinde görev almaları gibi nedenler yüzünden kaynaklanıyor olması olası. Özellikle bu durum, önceki kısımlarda bahsettiğim üzere, sosyal ve dini alanda büyük etkilere sebep oldu.

 

Salgının Ekonomik Etkileri: Köylüler Ayaklanıyor


“…Kendi içinde küçük bir kenti andıran kaleleri bir kenara bırakalım; ırak köylerdeki, kırsaldaki zavallı, yoksul ırgatlarla aileleri, hekimlerin desteğinden, hizmetçilerin yardımından yoksun halde, gece gündüz demeden, yol kenarlarında, tarlalarında, evlerinde, insandan ziyade, tıpkı hayvanlar gibi can veriyorlardı. Böylece onlar da tıpkı kenttekiler gibi kendi âdetlerini umursamaz, evi barkı, işi gücü boşlar olmuşlardı; hatta her yeni doğan günle birlikte ölümün kapılarını çalmasını beklediklerinden, hayvanlarla, toprakla, harcadıkları onca emekle, gelecek mahsulle ilgilenmek yerine hazırda bulabildikleri ne varsa ellerinden geldiğince tüketmeye bakıyorlardı. Bu yüzden başıboş kalan öküzler, eşekler, koyunlar, keçiler, domuzlar tavuklar ve insanlara son derce sadık olan köpekler, toplanmamış ekinlerin kuruyup kaldığı, kendi haline terk edilmiş tarlalarda kafalarına estiği gibi dolaşıyorlar, gün boyu güzel güzel otladıktan sonra pek çoğu, sanki kendi aklı varmış gibi başlarında çoban olmadan tok karınla evlerine dönüyorlardı.”

Decameron, s.18-

 

Salgınla birlikte kırsal nüfusta meydana gelen dramatik düşüş, tarlalarda veya değirmenlerde çalışacak insan gücüne olan ihtiyacı arttırmış oldu. Durum o kadar kritiktir ki, toprak sahipleri ve işverenler çalıştıracak adam bulamayacak hale gelmiştir. Bu durumun farkında olan işçiler bu durumu lehlerine çevirerek salgın öncesi dönemde hiç de adil olmayan ücret ve çalışma koşullarıyla devam edemeyeceklerini, bu hususların iyileştirilmesi gerektiğini beyan ettiler. Ve çoğu yerde toprak sahipleri bu talepleri kabul etmek durumunda kaldı. Halkın genel ekonomik durumunun da salgın öncesine göre bir miktar düzeldiğini söylemek mümkün. Çünkü nüfustaki büyük azalma, ihtiyaç fazlası mala sebep olmuş ve ürün fiyatlarında büyük düşüşler meydana gelmiştir.

İngiltere bu dengesizliği düzenlemek için ücretleri salgın öncesi oranlarda sabitlemek amacıyla 1351’de “Çalışanlar Kanunu” gibi kanunlar çıkarsa da, köylüler buna ayaklanarak karşılık vermiştir. Bu ayaklanmalar ileriki yıllarda Köylü İsyanına dönüşecek ve uzun vadede feodalizmin sonunu getirecek süreci başlatacaktır.

 

 

Sonuç: Bir Pandemi Neleri Değiştirir?


Veba, Avrupa demografik yapısında büyük değişimlere; yok olan köylere, nüfusu erimiş büyük şehirlere, küçülen ruhban sınıfına neden oldu. Hayatta kalanların kolay kolay atlatamayacağı ağır psikolojik sonuçlar doğurdu. Ticari ve dini uygulamalar durma noktasına geldi.

 

Salgın, Ortaçağ toplumunu bir arada tutan bağları zayıflatarak soyluların ve kilise otoritesinin de kırılmasına sebep oldu. Uzun vadede ise belirecek olan daha özgür daha değişken bir nüfus Rönesans ortamına hazır hale gelecekti.

 

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki; bu salgın halkın her kesimiyle birlikte hayatın her alanına köklü etkiler bıraktı. Maddi zararlar kadar kapanması zor manevi hasarlar da oluştu. Salgının bu boyutunu da Boccaccio en hisli bir biçimde, aşağıdaki paragrafta (Decameron, s.19) insanı derinden etkileyen ifadelerle tasvir ederek unutulmaması adına bütün çağlara haykırmıştır.

 

“Ah, bir zamanlar hizmetçilerle, beylerle, hanımlarla dolup taşan nice büyük saraylar, nice güzel evler, göz alıcı konaklar bomboş kalmıştı! En toy uşak da dahil olmak üzere kimseler yoktu artık içlerinde. Hatırlamaya değer nice soylu aileler, uçsuz bucaksız servetler, dillere destan zenginlikler mirasçısız kalmıştı. Başkalarını geçtim, bizzat Galen’in, Hipokrat’ın son derece sağlıklı diye nitelendireceği nice yiğit adamlar, güzel kadınlar, sevimli gençler sabah kahvaltısını aileleriyle, sevdikleriyle, dostlarıyla ederken, aynı günün akşamında öteki dünyada, atalarıyla birlikte yemişlerdi akşam yemeğini.”

 

 

mert candan


Kapak Görseli: Valentin Tkach – Lockdown

Kaynakça:

  • BOCCACCIO Giovanni, Decameron, çev: Nevin Yeni, Alfa Yayınları, 2019, 1. Baskı
  • ERTEKİN Cumhur, Tıbbın Öyküsü, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2020, 3. Baskı
  • GENÇ Özlem, Kara Ölüm: 1348 Veba Salgını ve Ortaçağ Avrupa’sına Etkileri, Tarih Okulu Dergisi, Mayıs-Ağustos 2011 Sayı 10
  • GRANT Reg ve diğ., Tarih Kitabı, çev: Tufan Göbekçin, Alfa Yayınları, 2017, 1. Baskı
  • HART-DAVIS Adam et al., History, Dorling Kindersley Publishing, 2015, Revised Edition
  • Centers for Disease Control and Prevention, Plague/Symptoms, Erişim: 14 Aralık 2020, https://www.cdc.gov/plague/symptoms/index.html
  • Encyclopedia Britannica, Black Death/Effects and Significance, Erişim: 14 Aralık 2020, https://www.britannica.com/event/Black-Death/Effects-and-significance