İnançların mekanlardaki dışa vurumunu irdeleyen bir metin.
Mekan kelimesi Arapça kökenli olup, “ortam, yer, alan” anlamına gelmektedir. Arapça’daki “makan” kelimesi de “bulunma yeri” anlamına gelir. İnsanın varoluşu, bir yeri kendisine mekan kılmasıyla, orayı herhangi bir yer olma vasfından çıkarıp, kendi anlamını oraya katmasıyla ve kendisine ait bir alan haline getirmesiyle tamamlanır. Alman filozof Martin Heidegger de mekanı sadece boş bir alan olarak değil, insanların yerleşerek ve inşa ederek anlam yüklediği bir yer olarak görür. Ona göre, bir mekan ancak orada yaşayan insanlarla birlikte anlam kazanmaktadır.
Bir mekanın kimliği, ona anlamı veren, onu inşa eden kişi ve grubun tüm nitelik ve nicelikleri, inançları, duygu ve düşünce dünyasıyla sımsıkı bir bağımlılık içindedir. Her insanın ayrı bir dünya olduğu muhakkak olduğundan, her grubun, ırkın veya inancın da kendi algısı ve ölçüleriyle fark yarattığı açıktır. “Bir mekân inşa edilirken, burası üretilirken söz konusu olan ezeli bir deneyimle ilgilidir…Mekâna yüklenen tinsel değerlerle kutsalı yaklama ve bu sayede bu kaotik düzenin dışındaki mükemmele ulaşma çabası, tözsel olarak mekânın kutsallaması ethosunu doğurmuştur.”[1]
İnsanın bir yeri mekan kılma yolundaki taşların, inanç pratikleriyle de döşendiği muhakkaktır. İnançların tecellisi önce insanda ve sonrasında ise insan aracılığıyla mekanlarda ortaya çıkmaktadır. Yani her mekan aslında, insanın inanç dünyasından kopan bir mozaik niteliğini de taşımaktadır. Elbette bir yerin mekan kılınmasında genellikle coğrafi şartlar, nüfus dağılımı, istihdam, savaş ve sınırlar gibi unsurların da etkisinin olduğu inkar edilemez. Ancak biz bu yazıda, iki dinin ve iki algılama yönteminin mekanlara etkisini çözümleyeceğiz.
İslam dünyasında inanç yapısı ve algılayışını, genel bir ayrımla tekke cemaati inancı ve camii cemaati inancı olarak ikiye ayıracağız. Öncelikle cemaatten kastımızı, “ortak amaçlar doğrultusunda ya da ortak bir dünya telakkisi nedeniyle bir arada bulunan insan grubu” olarak kabul edelim.
Tekke, mistik/sufist İslami akımların evi olup, Allah’ı korku öznesi olarak değil dostça algılayan, danslar ve nefeslerle kendi anlamını arayan öğretilere yer verir. Yaşamı bir sınav değil, yolculuk olarak görmeye yakın bir felsefesi bulunmaktadır. Cemaat/birlik/topluluk deneyiminden çok, “kişisel” ve buna bağlı olarak da “düşünsel” bir tasavvur dünyasındadır. Bu nedenle tekkede imam (veyahut gökten aldığı gücü yeryüzünde temsil eden biri) değil, bir mürşidleri, tıpkı kendileri gibi yolculuğa çıkan ve bu yolun rehberliğini yapan kimseleri bulunmaktadır.
Camii ise tekke cemaatinin tam tersine, ilk çıkış gününden bu yana devletin/iktidarın etki alanlarından birini oluşturmaktadır. “…İslam açısından din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmazlığının bir ifadesi olan Hz. Peygamber’in bu uygulaması, daha sonraki dönemlerde de uzun bir süre devam etti. “Darülamire” denilen hükümet konakları camii yanında inşa ediliyordu.”[2] Yönetim mekanizmasının mekanı ile caminin yan yana yer alması dahi bu iddiamızın ispat nişanelerinden biridir.
“Camiilerin iç siyasetteki rolü bilindiğinden, halifeler özellikle büyük camilere itina gösteriyorlardı. Hutbe halife adına okunur ve hutbede halifenin adının anılması bölgenin idareye olan itaatinin işareti sayılırdı.”[2] Ve yine “Hz. Ebubekir’den itibaren halifeye biat minberde yapılıyordu. Halife de biattan sonra idarede takip edeceği genel prensipleri minberde okuduğu ilk hutbe ile ilan ederdi. Minber bu fonksiyonuyla anayasaya sahip toplumlarda üzerinde devlet siyasetinin açıklandığı kürsülere benzetilmiştir…” (Hasan İbrahim, II, 242)[3]
Görüldüğü üzere camii cemaati, en tepesinde bir imam/lider/emir olan, “bir” olmak dışında şansı olmayan, ancak o cemaatin içinde varoluşunu bulabilen, sufist öğretilerdeki gibi tek başına var olmayan, varoluşu için ancak ve ancak mensubiyet ve aidiyete ihtiyaç duyan bir insan grubuna ve anlayışına sahiptir. Kendilerine söylenen her vaazda suçluluklarına vurgu yapılır, eğer daha iyi şekilde bir bağlılık kurar ve daha çok söz dinlerlerse her şeyin daha da yoluna gireceğine dair uyarı/azarlara maruz kalırlar. Bu nedenledir ki camii cemaatleri her zaman propagandanın var olduğu bir yer niteliği taşıyabilmektedir.
Michel Foucault’nun 1982 tarihli “Space, Knowledge and Power” başlıklı söyleşisinde belirttiği nitelik tam olarak camii için anlattıklarımıza denk düşmektedir.
“Mekanlar hiçbir zaman nötr değildir; her zaman bir gücün izlerini taşır.” (Michel Foucault)
Yukarıda sayılan ayrımlarda, sufistik görüşle varlık bulan tekke cemaatinin içsel yolcuğu ve dışarıyla olan temasındaki beklentisizliği; camii cemaatinin ise iktidar etkisi, birlik istenci ve propaganda/eyleme yönelik farkını kısa bir şekilde ortaya koyduk. Şimdi bu ayrımların mekanla olan ilişkisini ve “mekansal ayrılık” meselesini ortaya koymaya çalışalım.
Tekke ve camii cemaatlerinin mekan konusunda kesin farkları bulunmaktadır. Sufizm mekan olarak kendisine tekkeleri seçer ve tüm inanç ritüellerini burada yerine getirir. Sufist pratiğin temelinde yer alan “içsel yolculuk” yapısı, mekan açısından “sadelik” ile bir dışavurum ortaya koymuştur. Mekandaki sadelik, her türlü şaşalı süsleme ve ışıktan uzak, orayı mekan edinen kimseleri etkileme amacı olmayan bir dizayna sahiptir. Bu şekilde dikkatin dışarıya değil, içeriye yönelmesi amaçlanmaktadır. Mekanın kurulumundaki temel amaç, sufizm yolunda ilerleyen cemaatin mekan edinmesinden başka bir şey değildir.

Camii cemaatinin mekan edindiği camiilerin mekan yapısında ise şunlar vardır diyebiliriz. Mekanın büyüklüğü yoluyla kişinin kendisini çok küçük bir varlık hissetmesine yönelik bir boyut oyunu, kişinin ruhani yapısını etkilemeye yönelik şaşalı dizayn ve süslemeler, ışıklarla yaratılan ruhani atmosfer, seslerin yankılanmasına göre tasarlanan ve cemaatinin halet-i ruhiyesini ele geçirmeye yönelik bir form, liderin, imamın tekliği ve yukarıdan alınan gücün cemaati uyandırmaya/uyarmaya yönelik inşa edilen kürsü/minber ve dahi saymaya devam edebileceğimiz yüzlerce niteliğe sahiptir. Tüm bu nitelikler de açıkça göstermektedir ki camiiler, orayı mekan edinenleri etkilemek üzere inşa edilen, iktidar olgusunun etki sahası olabilen ve tüm gösterişiyle inananların ruhani yapısına, yani dışsal gücüyle inanlar üzerinde etkileme vasıflarını barındırmaktadır.

Bir benzer mekan ayrılığını, Hristiyanlığın mezhepleri arasında da görebilmekteyiz. Protestan ve Katolik kiliseleri arasında açık ve tekke-camii farkına benzer niteliklere sahip ayrımlar mevcuttur.
Protestan inancında/anlayışında, yeryüzünde inancın temsilcisi/yetkilisi otoritelerle değil, doğrudan Tanrı ve onun buyruklarıyla olan ilişki üzerine odaklı bir yapı mevcuttur. Bu mezhebe mensup bireyler, Katolik yapıdaki dışsal vurgulara ve dünya tasavvuruna göre değil, içsel bir yolculuğa yönelik olarak kurulan bir nizama sahiptir.
Katolik inancında/anlayışında ise tıpkı camii cemaatinin niteliklerine sahip inanan grubu mevcuttur. Katı ve hiyerarşik sistem üzerine kurulu olan ve gökten alınan gücün, inananları üzerindeki etkisini, liderleri/rehberleri -papa başta olmak üzere tüm dini yetkileri haiz kimseler- tarafından yürütüldüğü bir yapıdadır.
Hristiyanlık mezhepleri arasındaki bu tasavvur ve dünya farkının, mekanlarını da doğrudan etkilediği açıktır. Protestan mezhebi, Martin Luther’in Wittenberg Katolik Kilisesi’ne astığı protesto metninden (1517) beri, mensuplarının bireysel/içsel yolculuğuna odaklanan bir nitelik taşımaktadır. Cemaat varlığını, bireylerin bir bütünlük oluşturmasına değil, tek tek ve adeta özgür/aracısız şekilde Tanrısına odaklanmasına dayandırır. Bu nedenle de Protestan kiliselerinde, aşırı süslemeler bulunmamakta, aziz resimleri ve ikonlarının pek bulunmadığı, sade ve minimal yapısıyla, mezhep mensuplarının içsel dünyasına odaklanmasının önünü açan bir niteliğe sahiptir. Protestan mekanı, topluluk ve hiyerarşi yerine, bireysel ve Tanrıyla aracısız/özgür bir yapıdadır. Amaç bireyleri büyüleyerek bir arada tutmak değil, onların sadece içsel dünyasına ve Tanrısına ulaşacağı bir alan yaratmaktır. Bu inanç/mezhep dünyasının dışa vurumu olan kiliselerde de tıpkı sufizmin tekkelerindeki gibi bir yapının hakim olduğunu görmekteyiz.

Katolik anlayışta ise dışsal, iktidar gücünün etkisine açık ve hiyerarşiye yönelik yapısı gereği, kurulan mekanlarında da inananların sürekli olarak “bir” kılmaya/tutmaya ve benliklerinden uzaklaştırmaya yönelik bir mevcudiyet vardır. Kiliseye tabi olan cemaat mensuplarını; Katolik Kiliselerinin devasa boyuttaki görkemli yapıları, her türlü görkemli süsler (örneğin barok ve rokoko mimari stilinin etkilediği tasarımlar), aziz resimleri ve sunaklar aracılığıyla yaratılan uhrevi ambiyans, ışık ve ses oyunlarıyla yaratılan atmosferle cemaatini büyülemeye ve etkisi altına almaya yöneliktir. Katolik Kiliselerinin mekansal niteliklerinin düşünce dünyasıyla olan ilişkisi, camii ve camii cemaatinin yapısıyla olan ilişki ve amaçlara benzemektir.

Sonuç olarak insanın inanç dünyası bir mekansal ayrılık yaratmaktadır. İnanç dünyası yalnızca düşünce dünyasıyla sınırlı kalmayıp, mekanla da kendini göstermektedir. İnsanın içsel veya dışsal, bireysel veya hiyerarşik yönelimleri, mekanların hem ruhuna hem formuna açıkça etki etmekte ve mekanları biçimlendirmektedir. Camii-Tekke ve Katolik-Protestan kiliseleri arasındaki ayrılıklar da inanç ve düşünce sistemlerinin mekanları nasıl şekillendirdiğini birer örneğini bizlere göstermektedir.
Sonuç olarak mekânlar sadece taş ve tuğlalardan ibaret yapılar değildir. Orada var olan insan grubunun ve onların hem içsel hem de dışsal dünyalarının birer dışa vurumu niteliği taşırlar. Çünkü insanlık tarihi, mekanları inanç dünyalarıyla şekillendiren, mekanları inançlardan bağımsız kılamayan bir hikayedir. Bu nedenle de her mekan kendi hikayesini taşır. Bu hikaye, bir yeri mekan kılabilenlerin hikayesidir.
harun kaytan
[1] Sedat Aras, Mimarlık-Felsefe İlişkisi: Martın Heidegger Düşüncesinde Mekan, Erciyes Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü Mimarlık Anabilim Dalı Yüksek Lisans Tezi, Kayseri, 2010
[2] https://islamansiklopedisi.org.tr/cami(Erişim Tarihi: 19.05.2025)
[3] https://islamansiklopedisi.org.tr/cami(Erişim Tarihi: 19.05.2025), Hasan İbrâhim, İslâm Tarihi, II, 242-246.