Bize tavsiye edeceğiniz üç kitap, üç belgesel ve üç film nelerdir?


 


Buna çalıştım da geldim. Yazdım üç kitap, üç film ve üç belgeseli. Kitaplardan başlayayım; sanırım Don Kişot birincisi olacaktır. Ama orijinal çevirisi, hani asıl metne sadık kalınarak yapılan çevirisi. Çünkü piyasada pek çok eksik çeviri var. Yanlış hatırlamıyorsam Kazım Taşkent çevirisi son derece güzel bir çeviri, o olabilir. Tabii olabiliyorsa İspanyolcası, o ayrı… İkincisi, benim biterken üzüldüğüm Edgar Allan Poe’nun hikayeleri. İnsanın o geniş hayal gücünün neler yapabileceğini bize göstermesi açısından. Üçüncüsü, benim çok önemli gördüğüm, Attilâ İlhan’ın eserleri. Belki bir kitap değil ama bir isim veriyorum Attila İlhan’ın eserleri, özellikle yazıları. Ulusal Kültür Savaşı ya da Aydınlar Savaşı bunun en önemlisi. Buradaki düşüncelerin gerek içerdiği metot, gerek duruş, gerekse o bilgi birikimi açısından kişiye bir omurga kazandırdığı kanaatindeyim. Düşüncesine bir omurga kazandırdığı kanaatindeyim. Tabii insanlara ben reçete yazmıyorum, hiç kimse reçete yazmıyor. Bunları heybemize atarak kendi özgün omurgamızı inşa etmemiz gerekiyor bireysel bazda. Sorumluluğumuz bu. Aklıma gelenler bunlar kitap olarak.

 

Belgesel olarak BBC’ye filan çektiği Jim Al Khalili diye Arap asıllı İngiliz vatandaşı profesör var. Onun belgesellerini keyifle izledim. Bilim ve bilim tarihi üstüne, o dönüşümler üstüne. Rimandan (?) bahsediyor, kaostan bahsediyor ya da işte termodinamikten bahsediyor. Bunlar üstüne computerın tarihinden bahsediyor, nasıl gelindi o aşamalara… Ta Lyon’daki dokuma fabrikalarından bahsediyor computera gelene kadar; Lyon’daki dokuma fabrikalarının o punched card denilen desenlerden ve nasıl punched cardları kullanılarak yapıldıklarından, bunun ise dijitaldeki “1” ve “0”a tekabül ettiğinden bahsediyordu. Çok heyecanlı ve keyif vericiydi benim için. Haz aldım, entelektüel haz aldım. O yüzden tavsiye edebilirim. Bir isim veriyorum ama onun (Jim Al Khalili’nin) bütün belgeselleri…

 

Film olarak da temadan gitmek isteyeceğim sizinle. Tabi bu soruya şöyle bir soruyla karşılık verilebilir. “Bize üç kitap, üç belgesel ve üç film tavsiyesinde bulunur musunuz?” sorusuna “Kimin için üç kitap, kimin için üç belgesel, kimin için üç film tavsiyesi?” diye sormak gerekir. Hangi kişiler için? Benim aklımı son zamanlarda kurcalayan husus insan-doğa çatışması gibi şeyler. Şu anda verebileceğim cevap, bu tema etrafında şekillenecektir. Aklıma gelen ve bende kalıcı olmuş Dersu Uzala, Akira Kurosawa’nın, bu bir. İkincisi Milano’da Mucize, De Sica’nın. Üçüncüsü Jeremiah Johnson. Sydney Pollack’ın Jeremiah Johnson‘ı benzer çatışmanın hikayeleri gibi gelmekte bana. Bunların izlenmesi faydalı olur, izlemişler için ne âlâ tabii ki faydalı olur. Bir de bir ekte bulunmak istiyorum bu şehirlerle alakalı, şimdi aklıma geldi, bu insan-doğa çatışması üstünden konuşmaya başlayınca; bahsettiğim filmlerde insan-doğa çatışması ya da sınıflar arası çatışma vardır. Bir çatışma vardır bu üç filmde de, o yüzden temalarda toplayayım dedim. Milano’da Mucize başka türden bir çatışmadır. Bu Jeremiah Johnson‘daki çatışma farklı bir çatışmadır, insan-doğa çatışmasıdır. Dersu Uzala da oradan türeyen, belki, şehir ile kırsal arasındaki o farklılıklar ve kırsalda yetişmişin şehirde yetişmişle olan farklılıklarını anlatan bir filmdir, benim görebildiğim kadarıyla.

 

Bu, sorduğunuz şehirlerle alakalı “Nasıl şehirlerde yaşamalıyız?” sorusuyla ilgili ve “İstanbul’un en gerici şehir olması çünkü kişiye zaman bırakmaması” anlamında bir öyküm daha var. Bu öyküyü de sizlerle paylaşmak isterim. Bu çok bilinen bir şeydir aslında, diyeceğim şey; insan-doğa çatışması ve insan-doğa çatışması içerisinde çatışmanın yoğun olduğu yerlerde medeniyetin gelişmemesi. Çünkü kişi, karnını doyurabilmek için o kadar büyük bir mücadeleye girişir ki… Bir bedeviyi düşününüz, hayatta kalmak için nelerle uğraşıyor. Bedevi kendi hayatını şekillendiremediği için, zenginleştiremediği için; kültür ürünlerini mimariye, sanata, musikiye, ileri forma veya edebiyata dökemediği için yalın ve kurak bir çevrede yaşıyor aslında. Dolayısıyla kelimeleri de güdük kalıyor aslında. Niçin? Çevrene göre dedik ya, nesneleri kodlayarak kelimelerle… O nesneler ne kadar az ise kelimelerin de o kadar az demektir. Bir bedevi ne görür? Yıldızları görür, gökyüzünü görür gece. Gündüz olur güneşi görür, kumu görür, yılan, fare veya deve görür. Yemek kavramını bilir. Toplasanız altmış veya yetmiş kadardır bedevinin ihtiyacı olan kelimeler. Çünkü üretebildikleri yoktur. Kültür düzleminde, ileri düzeyde bir şey üretemezler ve çevrelerinde başka bir şey yoktur zaten. Hayatta kalma gücüyle, insiyakıyla sadece çabalar. Bir eskimoyu düşününüz hakeza. İnsan-doğa mücadelesinde son derece çetindir o mücadele. O mücadele içerisinde durup da, derin bir nefes alıp da düşünmeye vakti olmaz. Onun düşündüğü tek şey “Bu balık biterse bir sonraki balığı ne zaman avlamalıyım?”dır ya da “İklim kötüye gidiyor.” “Ne olacak gıda gelecek mi bana, mama gelecek mi şu doğa anadan?” Bunu düşünür, başka bir şey düşünmez.

 

Sanırım biz İstanbul’la yapay bir insan-şehir mücadelesi yarattık. Biz şehirle o kadar mücadele ediyoruz ki bir bedevinin çöl ile, eskimonun ise kutuplarda soğuk ile mücadele etmesi gibi. Şu yaşadığımız şehirde öyle bir mücadele içindeyiz ki kişi, durup da düşünemiyor. İstanbul’da yaşayan bireylerin çoğunluğu bir bedevidir -o aklımıza gelen cümlenin ötesinde söylüyorum bunu- ya da bir eskimodur girdiği çatışma itibariyle. Bedevi ile eskimo doğa ile çatışır ve kültürünü büyük bir yapıya ulaştıramaz, bir üst basamağa taşıyamaz. Donuktur, hep aynı şekildedir. Dolayısıyla İstanbul’la girdiğimiz mücadele bizim adeta bedevinin yaşadığı insan-doğa mücadelesi gibi, bizim elimizle yaratılmış o canavarın, o Frankenstein’ın canavarının, yani İstanbul’un bizimle girdiği o mücadelede biz güdükleşmekteyiz ve kendimizi ileri safhalara taşıyamamaktayız. Bu yapay bir mücadele aslında. Yapaydır çünkü doğanın getirdiği değildir, bizim ürettiğimizin, İstanbul’un, bize hakim olmasıdır, bizi yemesidir. Bu çatışma içerisinde birey kaybeder. Birey kaybeder zira evden işe giderken harcadığı enerji ve zaman, işten eve gelirken harcadığı enerji ve zaman, eskimonun avlanmak için çetin kış şartlarında harcadıklarına tekabül eder. Aynen onun gibi kendi yapısına, evine çekildiği zaman onun gibi adeta yorgunluktan bitap düşer, uyur ve bir sonraki günde gerçekleşecek mücadeleyi düşünür. Ama hiçbir zaman incelikli edebiyat düşünmez.