Tutkunuzun kaynağı nedir?


 


Valla o soruyu ben de anlatırken yani mecburen soruyorum. Daha doğrusu insanlara tutkunun kaynağını anlatmaya çalışırken bir şekilde onu formüle etmeye çalışıyoruz ama galiba benim görebildiğim şimdiye kadar ortak bir tutku meselesi şu: Yaşamayı seven insan, yaşamı merak eden insan, daha derinlikli yaşamak isteyen insan, bununla ilgili bir iştiyak hisseden her insan aslında bir yerden tutkuyu yakalama şansı buluyor. Galiba ilk başta biraz yaşamayı sevmek lazım.

 

Bu tabii ki şans faktörüyle çok alakalı gibi gözüküyor. Yani doğduğunuz ortam, zaman, içinde bulunduğunuz şartlar bir şekilde bunu çok fazla etkiliyor. Ama ne olursa olsun, ben mesela ne maddi ne manevi açıdan süper ideal bir çocukluk geçirmiş birisi değilim ama yolda bir yerde bu yaşadığınız hayatın, karşınıza çıkan şeylerin çok sıradan şeyler olmadığını, bunların arka planında bir şeyler olduğunu fark ettiğiniz zaman… Mesela ben bilmeyle, bildiğimi anlatmayla, daha fazla bilmeye çalışmakla falan meşgul olurken buldum kendimi. Böyle bir şey çıktı ortaya.

 

Tutkunun sürdürülebilir bir şey olmasının önemli olduğunu görüyorum seneler sonra. Yani bir şeylere heyecan hissetmek çok normal. Bir kere ben şöyle ayırıyorum: İlgi, heyecan ve tutku ya da motivasyon dediğimiz şey o en son aşama olarak. Şimdi bu devirde her şey bizim ilgimizi çekiyor. Yani devamlı zırt cep telefonuna bildirim geliyor, pırt oradan bir şey çıkıyor. Hep söylerim şu anda çıplak, kameraların karşısına bir geçsem bu videoyu seyredenlerin, herkesin dikkati pat diye bir anda benim üstüme yoğunlaşır. Yani ilgiyi çekmek, dikkati geçici olarak toparlamak çok kolay. Dolayısıyla ilgimizi çeken çok şey var.

 

Heyecan duymak da nispeten kolay bir şey. Bir şeyler ilgimizi çektikten sonra bizi heyecanlandırabiliyor. Mesela birçok kişinin iyi bir müzisyeni sahnede izlediği zaman “Aa! Aslında ben de böyle çalabilirim!”, “Ben de bir müzik aleti alsam mı acaba?” falan gibi bir heyecanı uyanıyor. Fakat genellikle o konuda ilerlemek ya da ustalaşmak ya da derinleşmek için gereken maliyetle karşı karşıya kalındığı zaman yani oturup bir enstrüman için çalışmak, efendim bir hoca olmak için belli eğitim seviyelerinden geçmek, işte belli şeyleri okumak falan meseleleri gündeme geldiğinde birçok insanın heyecanı sönüyor. O heyecan da çok geçici bir şey.

 

Ama öyle bir kırılma noktası var ki hayatta bazı konularda o heyecan noktasını sürdürülebilir bir hale getirmenizi sağlayan şey, işte o tutku denen ateşin yanması oluyor. Şimdi o çok böyle hesaba kitaba gelir, algoritması yazılır bir şey değil. Yani onun öyle olduğunu söyleyemeyeceğim. Aşk gibi bir şey yani. Aşk zaten kendisi.  Bu arada biz hep aşkı kadın erkek anlamında kullanıyoruz ama aslında hayatı yaşamanın bir düzeyidir aşk, bana sorarsan. Ben yorgun, umutsuz, mutsuz olduğum günlerde kendime baktığımda aşk yetmezliği olduğunu görüyorum mesela. O günlerde öyle bir şey var, insanın fiziksel enerjisi bile buna bağlı. Yani seni sabah yatağından kaldıran şey, yapacağın herhangi bir işe başlatan, bir işi tamamlamanı sağlayan enerjiyi veren şey… Aslında o bitmiş halini tahayyül edebilmenin getirdiği aşk. O son halini, o bitmiş halini hayal edebiliyorsun ya; işte o sana bir aşk veriyor o tarafa doğru gitmek için.

 

Verdiğim eğitimlerde de özet olarak tutku meselesiyle ilgili anlattığım şu: İnsanoğlunu diğer canlılardan ayıran çok önemli bir özellik var. Birçok var ama bir tanesi bence çok önemli: Olmayan bir geleceği hayal edip onu yaratabilmek. İnsanoğlu böyle bir canlı. Mesela işte şu anda oturduğumuz bina yoktu, birisi hayal etti, planını çizdi, yaptı ve şimdi gerçekten var. Tabiattaki canlılarda böyle bir şey görmüyorsun. Onlar içgüdülerinin gereği olarak hep yeknesak hayatlar yaşıyorlar. Dolayısıyla biz olmayan bir geleceği, var olmayan bir sonucu, bir amacı, bir hedefi kafamızda hayal edip kendimizi inandırmaya başladığımız anda bir gerçeklik yaratmaya başlıyoruz. Bu gerçekliği yaratmanın da yakıtı, tutku.

 

Dolayısıyla nasıl ortaya çıkıyor? Bir hayalin varsa, büyük bir hedefin varsa… Atıyorum, genç arkadaşlara hep soruyorum, maalesef gelen yanıtların çoğu olumsuz: “30 sene sonra ne yaptığını görebiliyor musun?”, “30 sene sonrasına dair bir hayalin var mı?” diye. Maalesef gençlerin çoğunun böyle bir şeyi yok. Onlar sürekli önlerindeki sınavı düşünüyorlar işte YGS mi var, üniversite sınavı mı var, neyse, TUS mu var… Artık önlerinde ne varsa… Sınavlara kilitlenmiş, aşamalara kilitlenmiş vaziyetteler. Bu da dolayısıyla tutkuyu öldüren bir şey. Düşün; hepiniz yaşadınız, hepimiz yaşıyoruz sırayla işte bu YLS, YGS… Adı ne oldu şimdi bilmiyorum, lise sınavları… Oraya kilitlenen çocukların sınavdan bir saat sonraki hallerine bakın. O sınav bittikten sonra her şey bitiyor, çocuk bir boşluğa düşüyor, tatile gidiyor, anlamsız hareketler yapmaya başlıyor; çünkü sürdürülebilir bir şey yok arka planda. Dolayısıyla basamaklara değil de çok uzak hedeflere, hatta mümkünse ömrümüzü aşacak hedeflere kilitlenmek bu hayatı gerçekten yaşanılır yapan o tutkuyu da ateşliyor.

 

Tutku tamamen zihinsel bir şey. Fiziksel hiçbir şeyde tutku sağlayamazsın. Dışarıdan da bir insana tutku enjekte edemezsin. Sadece ilham verebilirsin. Ondan sonra o insanın içerisinde işte çırası varsa, yanabilir bir şey varsa o alev alır ve bu sistem böyle gider. Benimkini kim yaktı, ne zaman başladı, ne oldu; bilmiyorum. Ama kendimi bildiğimden beri konuşuyorum. Hep söylerim, akademisyen olmasaydım herhalde başka konuşulacak bir iş yapardım. Tüccar falan olabilirdim. Böyle, insanlara açık artırmada mal satardım. Bir şey olurdu yani. Konuşmakla ilgili bir tutkum var. İşte o da hâlâ devam ediyor, gördüğünüz üzere düğmeye bastınız, benim susmam biraz zor. Bilmiyorum vakti aştık mı ama.

 

Netice itibarıyla bu tutku öldüğü zaman zaten zihnen ölmüş oluyorsun. Sonra bedenen ölmeyi bekliyorsun. Ölünce de bedenini gömüyorlar. Aslında tutkusuz bir insan çoktan zihnen ölmüş demek. O yüzden herkese tutku nasip olmasını en içten dileklerimle arzularım her zaman.