IQ ve EQ’nun farklarından ve etkilerinden bahsedebilir misiniz?


 

 

IQ ile EQ diye bir şey yoktur, diye başlayayım söze. Şimdi her türlü test, her türlü sınama, bizim her türlü skorlamamız bazı paradigmalarımıza dayanıyor. Bu zeka testleri, duygusal zeka testleri… Şimdi bir sürü sosyal zekalar, şunlar bunlar da çıktı. Daha bir sürü şey de var. Bunların hepsi bizim formüle edebildiğimiz, anlayabildiğimiz bazı bakış açılarını temsil ediyor. Yani bunların insanla doğrudan bir alakası aslında pek yok. 

 

Mesela IQ dediğimiz test; insanın işlem yapabilme, hafızada tutabilme ve sorun çözebilme, özellikle pratik sorun çözebilme yeteneğini ölçtüğünü düşündüğümüz bir seri sorgulamadan oluşuyor. Bilgisayarın temelde bizden çok daha iyi yaptığı işler. Biz zaten o işleri daha iyi yapsın diye bilgisayarları icat ettik. Nedir o? Bizim Türkçeye de çok güzel kazandırdılar onu; “Computer” İngilizcesi, “Bilgisayar” Türkçesi.  Bilgi sayma, istifleme, arşivleme, onlar arasında bağlantı kurma, sonucu çıkarma.  

 

IQ testlerinde yüksek puan alma benim zamanımda da havalıydı, herhalde hâlâ havalı. İşte bize bi IQ testi yaptılar. Biz ortalamanın biraz üstünde çıkınca böyle gerine gerine geziyorduk falan. IQ’su çok yüksek arkadaşlarımız da çıktı o testlerden. O zaman Hacettepe Psikoloji bölümü bir seri araştırma yapıyordu. Einstein’ın IQ’suyla denk arkadaşlarımız oldu. Onlarla hâlâ görüşüyoruz, bir kısmıyla görüşemiyoruz çünkü kayboldular ortadan. Ne yaptıkları bile belli değil. Ve seneler içerisinde bu işlerle, işte şimdi psikolojiyle uğraşmaya başlayınca şunu gördük ki hem yaşam tecrübeleri, hem artık bilim bunu söylüyor: Bu algoritmik sorun çözebilme ya da işlemsel zeka yeteneğinin yüksek olması insana hayatta mutluluk ve başarı anlamında çok bir şey getirmiyor. Eğitimde işe yarıyor, evet, notlarınız yüksek oluyor genellikle. Fakat hayatta kendini gerçekleştirme, mutlu olma, yaratıcı bir şeyler yapma falan açısından IQ’nun herhangi bir avantaj sağlamadığını biliyoruz. 

 

90’lı yıllarda António Damásio özellikle işte bu Descartes’ın Yanılgısı kitabını falan çıkarttığından beri… O zamana kadar beynin ya da bizim bilişsel zihnimizin faaliyetinin yan ürünü olarak düşündüğümüz duyguların ne kadar önemli bir şey olduğunu fark etmeye başladık. Bu arada tarihe dikkatinizi çekiyorum, gençler için biraz uzak bir tarih gibi gelebilir ama 1990 daha dün demek. Doksanlarda biz duyguların işe yaradığını bilim camiası olarak kabul etmeye başladık. Hâlâ da bunu tam kabullenemeyen arkadaşlar var. İşte aynı takımdan bu Daniel Goleman gibi isimler, Duygusal Zeka kitabını yazdı, o dünyada büyük bir tantana uyandırdı gene 90’larda.

 

Şimdi bütün bunlar yeni fark ettiğimiz bir bakış açısının yansıması. Bu sefer dediler ki: “İnsan duygularını anlayabilme, başkalarının duygularını okuyabilme yeteneği nispetinde başarılı olur.” Evet, kısmen IQ’dan çok daha isabetli bir şekilde başarılı bir bakış açısı. Ama yine de insanın her şeyini kapsamıyor. Yani tek başına EQ puanının yüksek olması da insana bir şey vermiyor.

 

Bunların hepsini şöyle düşünebilirsiniz: Karanlık bir kutuda bir obje var, kutunun, işte küp şeklinde bir kutu düşünün, her duvarında da bir tane delik var. Fakat bu obje de amorf bir obje, farklı delikten bakan objeyi farklı bir şey olarak görüyor. Şimdi IQ deliklerden birinden bakmak, EQ bir başka delikten bakmak; işte SQ, sosyal zeka, bir tarafından bakmak, bilmem ne… Böyle düşünebilirsiniz. İnsanın bütününü anlamak için kutuyu açmak gerekiyor. Onu bir gün ışığına çıkarmak gerekiyor. Onu gerçek hayatta bir yerlere koymak gerekiyor ki o objenin ne işe yaradığı anlaşılsın.

 

Şimdi bu testler tabii ki “Yasaklansın, yapılmasın.” falan demiyorum, tabii ki yapılacak. Bilimsel araştırmaların konusu olarak böyle sayısal araştırmalara ihtiyacımız var. Ama bugün mesela birçok ailede “Bizim çocuğa test yapıldı da üstün yetenekli çıktı. Allah kahretmesin, işte benim genlerim canım.” falan havası görüyorsun.

 

Bir kere bir çocuğa üstün yetenekli dedin mi o çocuğun hayatını berbat ettiğini artık öğrendik yani. Okulda mokulda zaten artık dikiş tutmuyor, normal hayata entegrasyon şansını iyice kaybediyor. Üstün yetenekli bir çocuğa sahip olmakla engelli bir çocuğa sahip olmak arasında temelde hiçbir fark yok. Çünkü o da sosyal engelli bir çocuk haline geliyor. Bir türlü önüne konan diğerleri için en temel sorunlar gibi gözüken o sınav, aşamalar onun için hiçbir anlam ifade etmeyince iyice bir çatışıklık yaşıyor falan filan.

 

Allah’tan EQ falan gibi konular da öyle standartlaşmadı; bu sefer “Bu duygusal açıdan aptal.”, “Bu duygusal açıdan daha zeki.” gibi sınıflamalara gidilecek. Bu testlerin tek başına, bir insan hakkında söyleyebileceği hiçbir şey yoktur. İnsanın belli kaliteleri hakkında fikir verebilirler. Fakat insanın ne olacağını yaşamdaki o son derece kaotik ve karmaşık koşullar belirler. Biyolojiye zaten bakarsınız, temel biyolojik mantıkta… Mesela evrimin çok yanlış anlaşılan bir tarafı vardır: “Güçlü olan hayatta kalır. Only the strong survive.” diye bir parola oluşmuş. Ne Darwin böyle bir şey söylemiştir ne biyolojinin gerçekliğinde böyle bir şey vardır. Biyolojinin esas mottosu: “Survival of the fittest” diye geçer İngilizcede; en uygun olanın hayatta kalması.

 

En uygun bazen bedenen zayıf olandır, bazen küçük olandır, bazen hafif aptal olandır, bazen iyi göremeyendir. Bunlar ortam şartlarının nasıl avantajlar sağlayacağını ve bu organizmadaki özellikle ortam şartlarının nasıl etkileşime geçtiğine göre belirlenir. Yani, bu kadar şeyi niye anlattım? Yüksek zeka, düşük zeka gerektiren durumların avantaj olduğu bir yerde başa beladır. O yüksek zeka puanı o insanın hayatını berbat edebilir. O insanı başka bir ortamda muhteşem yapabilecekken bir yerde ölümüne sebep olabilir.

 

Mesela belli bir zeka tipinde çocukları geliştirmeye yönelik eğitim, kurs, bilmem ne programları fecaatten başka bir şey yaratmaz toplumun genelinde. Belki iki üç öğrenciye bir fayda sağlar, iki üç çocuğa bi’ “Aa!” falan dedirttirir. Ama bunların insanın özel terkibi dikkate alınmadan herkese yeknesak bir şeyin uygulanması işte bizim o köktenci yönetim sistemimizin bir yansıması olarak hayatımızın en büyük felaketlerinden biri. Bugün maalesef eğitim sistemimiz tamamen IQ tabanlı bir anlayış üzerine kurulmuştur. Bu bütün dünyada böyle, sadece bizde değil. Öğrenciler böyle skorlanma usulüyle seçiliyor.

 

Cem Yılmaz’ın çok güzel ifade ettiği gibi, okul bittikten sonra bi’ 15 sene daha yaşayacaksın ki tüm bildiklerini unutasın ve normal hayataına devam edebilesin, gibi. Çünkü hayatla hiçbir alakası olmayan, garip bir bilgi çorbası içerisinde hayatımızın en kıymetli vakitlerini kaybediyoruz. Niye böyle salakça bir şey yapıyoruz? Çünkü böyle bir kriter bulduk, ölçebiliyoruz, çok hoşumuza gidiyor. Bunu bir şey zannediyoruz.

 

İnsan bütün testlerden, bütün paradigmalardan, bütün bakış açılarından daha kompleks bir canlıdır. Aynı zamanda anlaşılması da çok kolaydır. Gözüne bakacaksın, iki sohbet edeceksin; bitti gitti.  Buna vaktimiz yok şimdi, temel problem o. Yani insanla böyle yakınlık kurmaya vaktimiz yok. Öğretmen arkadaşlara hep anlatıyorum: Çocukları tanıyın. Çocukları eğitmek için okullara almıyoruz, amaç bu değil. Sistem öyle diyor ama olmaz, insanı eğitemezsin. İnsanı tanırsın.  İnsana ilham verirsin. Yol açarsın. Ondan sonra gideceği yolu bulur, tıngır mıngır takılır yani.