Yenilikçi eğitim modelleri bağlamında kuruluşlarında yer aldığınız üniversitelerde geliştirdiğiniz sistemlerden bahsedebilir misiniz?


 


Ben endüstri mühendisiyim ve kalite kontrol, sürekli kalite, toplam kalite falan bizim işimiz. Zaten bizim dünyaya bakış açımız: “Bir şeyi nasıl daha iyi yaparım?” Eğitime de ben hep böyle baktım ve var olan sistemleri tabu olarak görmedim, kutsal olarak görmedim. Geliştirilmesi gereken, mükemmel olmayan sistem parçaları olarak gördüm ve çok sayıda deney yaptım. Tabii ki bunları bir kısım başarısızlıkla sonuçlandı, bir kısmı da başarılı oldu. Bunu yapamazsam ben sıkılırım zaten. Yani çalışma ateşim söner.

 

Örnek vermemi istiyor musun hakikaten, örneklere girmemi istiyor musun? Mesela Bilkent’te hocaların hepsi her dönem ikişer ders veriyordu. Bu 2-2 yerine 3-1 veya 4-0 yapılırsa hocaların araştırma üretkenlikleri artabilir diye düşündüm. Bu aslında yani büyük bir şey değil. Kuzey Amerika’da falan yapılan bir şey. Ama o üniversite için yeniydi. Bunun yanında araştırmayı destekleyecek veya teşvik edecek birkaç bazı önlem ile birlikte araştırma çıktılarını üniversitenin neredeyse iki misline çıkardık kısa bir süre içinde.

 

Büyük sınıflarda ders verilmesi tabuydu ama büyük sınıf dersinin farklı bir şey olduğunu ve beş kişinin önüne bir tane öğretmen çıkarmaktan ibaret olmadığını, işin içinde laboratuvarlar, asistanlar ve çok ciddi bir öğrenme dairesi sistemi olduğunu falan anlatınca makul geldi onlara onu denedik ve başarılı oldu.

 

Executive MBA programı başlatıldı ve sıradan bir Executive MBA değildi de savunma sanayine yönelik Executive MBA’di. Bir ihtiyaca cevap vermeye çalıştık.   

 

Lisans programına uzmanlık alanları diyeceğimiz Amerika’da “Miner” denilen şeyler yerleştirdik ve dolayısıyla öğrenci; finans, pazarlama, operasyon, muhasebe, strateji gibi alanlarda uzmanlaşma fırsatı buldu. Yani derslerin içinde de birçok deney söz konusu.

 

Mesela, bu dönem burada yaptığım bir şey anlatayım. Öğrencilere, eve ödev verirsen kopya çekiyorlar, sınıfta laboratuvarda sınav verirsen de ortalama kırk çıkıyor yüz üzerinden. Bu çocukların birlikte çalışmasını sağlamak gerekiyor, birlikte öğrenmelerini sağlamak gerekiyor. Laboratuvarda “ikili sınav” verme fikri geldi aklıma. Tabii konuştuğum hocalar hemen “Ya sen kopyayı yasallaştırıyorsun.” dediler. Ben de “Bir deneyelim,” dedim yani “bakalım ne olacak?” İşte “Herkes iyi notlar alır.” dediler ya da “Kötü öğrenciler iyi öğrencilere para verir, onlarla çalışır.” falan dediler. Bunların hiçbiri olmadı. Ortalama 40’tan 60’a çıktı. Ve şunu gördük ki öğrenciler birbirlerini seçiyorlar. İyi öğrenci daha iyi olmak için yine kendisi gibi başarılı bir öğrenciyi seçiyor ve yani ortalamanın 40’tan 60’a çıkması aslında sınıfta o anda gerçek öğrenmenin gerçekleştiğinin de ispatı. Bizim amacımız zaten bir şekilde öğretmek. Sınav yani öğrenmenin bir parçası olmalı. Böyle bir şey denedim mesela ve bence başarılı oldu. Zaten Türkiye’de takım çalışmasının ne kadar geri olduğundan hep dem vuruyorum bütün sunumlarımda, konuşmalarımda. Yani sınav ortamında insanlar ister istemez birlikte çalışıyorlar ve o yarım saat inanılmaz iyi kullanılıyor. Zaman kullanımını da deneyimlemiş oluyorlar. Görev dağılımı, takım çalışması, liderlik; bütün bu becerileri de gelişmiş oluyor. Halbuki sınav aslında teknik bir sınav. Yani işte “İşletmeye Giriş” dersi ama biraz mühendislik temaları da olan bir ders, karar destek sistemleri üzerine kurgulanmış bir ders.

 

Özyeğin’de çok iddialı işler yapmaya çalıştık. İşte girişimciliği üniversiteye sokmaya çalıştık. Hani “Hocaları nasıl araştırmacı yaparız?” diyorsun, o ikinci kuşak üniversite. Üçüncü kuşak üniversitede de bunun yanına girişimcileri koyuyor. Girişimciliği bütün üniversitenin içselleştirmesi ve herkesin bir girişimci gibi düşünmeye başlamasını hedefledik. Kısmen başarılı olduk. “Önce oku, sonra öde.” diye radikal bir sistem geliştirmeye çalıştım.  


Bu maliyetin bölüşülmesi lazım toplumla birey arasında.


Ben yükseköğretimin finansmanı konusunu epey ilginç bulan birisiyim. Şu anki sistemlerin çok yanlış olduğunu düşünüyorum. Ya bütün maliyeti devlet karşılıyor, yani toplum karşılıyor ya da aile karşılıyor. Bunun bir karma modelinin oluşturulması lazım. Bir de yükün aileden bireye kaydırılması lazım yani şu anda kuşaklararası bir zenginlik transferi gibi düşünebilirsin bunu; işte baban seni okutuyor, sen çocuğun okutuyorsun falan. Sen niye vermiyorsun eğitimin parasını, maliyetin bir kısmını? Çünkü eğitimin yararı, topluma mutlaka yararı var; iş buluyorsun vergi veriyorsun, daha üretken bir birey oluyorsun, toplumun refah seviyesini yükseltiyorsun ama bireye de faydası var. 3 liraya çalışacakken 5 liraya çalışıyorsun, yani okuduğun şeye bağlı tabii bu. Dolayısıyla bu maliyetin bölüşülmesi lazım toplumla birey arasında. Bunu da “Önce oku, sonra öde.” modeli ile gerçekleştirebileceğimizi düşündüm. Bireyi borçlandırarak eğitim alması ve üniversitede, bir de yani başka bir yenilik -şu anda sebebini anlamadığım şekilde kaldırdılar ama- %75 burs kavramını Türkiye’ye getirdim.   

 

24.000 liraydı açtığımız sene Özyeğin’in ücreti %75 burslu, 6.000 liraya okuyabiliyordun. 6.000 lirayı da kredi alabiliyordun üniversiteden. 7 yıl vadeli bir krediydi bu, iki yılı geri ödemesizdi ve faizi de faiz piyasa faizinin biraz altındaydı. Bu da tutmadı, yani toplumu hazır değildi herhalde buna.

 

Birçok şey denedim. Yani ben bu şimdi bazı üniversiteler yapıyorlar, önceden başvuruyorsun falan. Sana işte “Şu kadar burs veriyoruz.” falan diyorlar, hani %35 burs veriyorlar falan her başvurana aşağı yukarı. Bazılarına kırk veriyorlar bazılarına elli veriyorlar. Ben bunu da 2008 yılında Özyeğin’i açtığım sene denedim. Ama çok ciddi bir iletişim kampanyası ile bunu birleştirmek gerekiyormuş. Yani yaptığım hatalardan bir tanesi, iyi bir şey yaptığım zaman hemen herkesin bunu kucaklayacağını varsaymak. Aslında siz de öyle bir işin içindesiniz. Halbuki bunu duyurmak, iletişimini sağlamak son derece zor.

 

Proje derslerini biraz farklı bir uygulama olarak gösterebilirim. Gerçek bir problem getirip sınıfa öğrencilerin belli bir ücret karşılığında o probleme kendi olanakları ile bir çözüm bulmasını sağlamak. Bu kapsamda Kanada’da bir proje dersi kurgulamıştım. Yani sürekli böyle, bir şeyleri nasıl daha iyi yaparız…

 

Mesela yine büyük bir başarısızlık örneği benim için girişimcilik… İki üniversitede girişimcilik yüksek lisansı açtım, ikisi de başarısız oldu. Özyeğin’dekinde model şuydu: Ücret diyelim 20.000 lira ama şirketinin yüzde beşini bize verirsen 4.000 liraya okuyabiliyorsun. Yani 4.000 lira, ayda 350 lira falan tamam mı? 1 yıllık bir programdı bu. Dolayısıyla herkes girişimcilik okuyabilsin kafası ile çıktık bu yola. İşte ne bileyim 20 tane öğrenci geldi derse, bir tanesi ücreti ödedi, geri kalanların hepsi “%5’i verelim 4.000 lira verelim.” yolundan gitti. Sene sonunda hesaplara bakıldığında tabii bu programın çok az gelir getirdiği çıktı ortaya. Hiç unutmuyorum Hüsnü Bey “Bu ne?” demişti bana, “Hüsnü Bey gelir fazla değil ama 18 tane 19 tane şirketin %5’i bizim.” demiştim. “Neyin %5’i hocam, anlamadım.” demişti bana, şakayla karışık. Tabii hiçbir şey olmadı. Oradaki konsept bence son derece yani naif ve biraz da sosyalist diyebileceğim bir konsept. Herkes şirketinin küçük bir parçasını vererek okuyor, sonra o şirketlerden bir tanesi uçuyor, o şirketten gelen para ile o sınıftaki herkesi finanse etmiş oluyorsunuz. Kimin şirketinin başarılı olacağını bilmiyorsunuz. Dolayısıyla bir nevi sigorta gibi düşünebilirsiniz böyle bir uygulama vardı. Ben ayrıldıktan sonra maalesef kapatıldı program, yeteri kadar -yani normal- ücret isteyince herkesten, e girişimci yani adamın parası olsa zaten girişimine yatıracak. Eğitime para verecek hali yok. Yürümedi.

 

Sonra burada bir Girişimcilik Yüksek Lisans Programı açmaya çalıştım. Maliyeti gerçekten erişilebilirdi, program çok erişilebilirdi. Hatırlamıyorum ama 10.000 lira gibi bir maliyeti vardı bundan iki sene önce. Yani yine böyle ayda 1.000 liranın altında tutmaya çalıştım. Asgari ücretin yarısı falan gibi kafamda bir şey koymuştum. Fakat yani iki kişi falan kaydoldu. Onlar da işte ucuza askerlik erteleme isteyen çocuklar. Sorduk piyasaya yani girişimcilere “Benim önerim bu. Müşteriye sor, ne istiyorlar? Ürünü geliştir.” “Hocam,” dediler “biz bütün eğitimi istemiyoruz.” “Ne istiyorsun?”, “Ben mesela sadece dijital pazarlama kısmını almak istiyorum.” ya da “Sadece ürün piyasa uyumunu nasıl sağlarız kısmıyla ilgili” Murat Tortopoğlu ile beraber programı beş parçaya ayırdık. Yani Stanford’daki falan master programlarına baktık modüler yapıda buraya uyguladık ve öğrencilere dedik “Ya kardeşim istediğin parçayı al. Tanesi 2.000 lira. Beşini de alırsan bir sene sonra sana yüksek lisans diplomanı veririz. İstersen bir tanesini al, istersen üç tanesini al, istersen beşini birden al. Bu da tutmadı. Yani girişimciden para karşılığı girişimciye eğitim verme modeli belki de külliyen yanlış. Ama bunları denemeden tutmayacağını bilemezdik.


“Çekmediğin şutlar gol olmaz.”


Denedik ve dediğim gibi yani “Çekmediğin şutlar gol olmaz.” diye bir güzel lafı vardır Gretzky’nin. Deneyeceksin. Bir kısım başarılı oluyor, bir kısım başarısız oluyor. Başarısızlıklarından da ders alacaksın ve anlatmaya da çekinmeyeceksin.

 

Herhalde benim eğitim hayatında denediğim şeylerin sana beşte birini falan anlattım, şimdi şu anda aklıma gelenleri anlattım. Belki günün birinde böyle bir kitap yazarız. Sen de bana bir fikir vermiş oldun.