Yurt dışında geçen yıllardan sonra Türkiye’ye kesin dönüş yapma motivasyonunuz nedir?


 

 

Yani işin rasyonel tarafını söyleyeyim, Türkiye’ye dönmek için belli bir birikime ulaşman gerekiyor, belli bir krediye ulaşman gerekiyor. Neden bilmiyorum ama bütün diplomalarımın, bütün derecelerimin Türkiye’de denkliğini aldım hep. Doktorayı alınca yazdım, doçent olunca yazdım, profesör olunca yazdım ve YÖK’ten hep denklik aldım. Dolayısıyla ben Türkiye’ye dönmeye denklik açısından hazırdım zaten hep. Ama o kredibilite çok önemli. Şimdi H-İndeksi 26 mı, 27 mi ne diyorsun ya, o zamanlar tabii, diyelim 20’ydi. Daha düşüktü o zamanlar tabii ama makale sayısı işte 50-60. O 50-60 makale bizim sermayemiz o tamam mı? Şimdi Türkiye’de bir Bilkent Üniversitesi, ben çok net söyleyeyim; beni dekan olarak almazdı benim on tane makalem olsaydı. Baktılar, “Aa 50 tane, 60 tane makale yazmış, işte bin bilmem kaç tane atıf almış. Şu kadar milyon fon yönetmiş. Bu adam araştırmadan anlar, araştırmayı yönetebilir.” dediler. Tamam mı? Dolayısıyla zaten geldiğim yaştan daha erken gelmek akıl işi değildi. Benim herkese de tavsiyem: Öyle doktora alır almaz gelmeyin buraya. Oradan hiç olmazsa bir doçentlik alın. Alabiliyorsanız profesörlük alın. Ondan sonra gelin; burada dekan olun, bölüm başkanı olun falan filan. Bu işin rasyonel tarafı. Ben bunu böyle planlı yapmadım. Ama zaten doğru zaman daha erken değildi. Onu söyleyebilirim. Esas neden sıkıldım. Yani orada sıkıldım. Yılda işte ortalama iki iki buçuk makale yazıyorsun. İki üç yılda bir yeni doktora öğrencisi geliyor. Yılda dört tane konferansa gidiyorsun, sabit yani. Konferanslar değişebiliyor ama her yıl dört konferansa gidiyorsun. Daha fazlasına vaktin yetmiyor zaten yani. İşte bir tane postdoc’ın var. Her yıl dört tane ders veriyorsun. Onu da yani sıkılmayı öteleyebilmek için sürekli değişik dersler verdim. Büyük sınıf dersi işine girdim. 450 kişilik sınıflara dersler vermeye başladım. Büyük sınıf spesiyalisti oldum diyebilirim ve işte yeteri kadar malzeme bulamadığım için öğretme konusunda kendim bir dergi kurdum. İşte eğitim dergisi kurdum falan. Böyle bir forum kurdum kendi profesyonel kurumumun içinde. Eğitim ile ilgilenen insanların bir araya gelip konuşabileceği, işte fikir alışveriş yapacağı, internet üzerinden sohbet edebileceği, birbirlerine malzeme falan gönderebileceği bir “forum” deniyor bunlara. “Teaching” forumu kurdum yani, “Education” forumu kurdum XXX’in altında.

 

Ben baktığım zaman, kariyerimde böyle bayağı yedişer yıllık şeyler var. Hani yedi yıl, hani haftada da yedi gün var; altı gün çalışıp yedincisinde dinleniliyor, Şabat falan ya… Yedişer yıllık dönemler halinde benim kariyerim anlatılabiliyor. İlk yedi yıl, işte 85’te başlıyor, araştırma. İkinci yedi yıl: Öğretme, eğitim. İşte bu ödüllerin falan geldiği dönem, bu eksperimentasyonun başladığı dönem. Dolayısıyla daha az araştırma. Burada eğitime neredeyse hiç zaman ayırmama, burada araştırmaya daha az zaman ayırma ama eğitime yüklenme. Ondan sonra uygulama.    

 

Yani işte merkez kurup danışmanlık yapma, çocukları danışmanlığa heveslendirme ve problem çözme. Üç tane yedi yıllık dönem benim Kanada’daki kariyerimi özetliyor. Sıkıldıkça odağı kaydırmak.

 

 

 

Tabii danışmanlık yaparken araştırmaya devam etmek zorundasın. Çünkü maaşını ve zammını öyle alıyorsun. Ders vermeye devam etmek zorundasın ama mesela danışmanlık dersleri veriyorsun. Proje dersleri veriyorsun. Daha fazla bu tarafa doğru kaydırıyorsun kaynağı. Büyük ders vermeye devam ediyorsun ama artık onu çözdün, o kadar yeni yatırım yapmıyorsun. İşte daha çok uygulamaya yatırım yapıyorsun. Bu işi gerçekten yapabildiğini dünyaya kanıtlama. Ondan sonra da sıkılınca artık yani yeni bir şey yapmak gerekiyor.

 

Ben baktım işte 2005 yılında, 85’ten 2005’e, 20 yıldır çalışıyorum. Yaş işte gelmiş 43, 45 falan. Ortasında olduğumu düşündüm kariyerimin, tamam mı? 20 artı 20, 40 sene çalışırım, diyordum. Şimdi herhalde 50 sene çalışırım, diyorum. Uzatmak istiyorum birazcık daha. Ortasına gelmişim ve 50 tane makalem var ama yani ee? Artık iş tezgaha dönmüş, tamam mı? Biliyoruz yani nasıl makale yazılacağını. Öğrenci birtakım işte testler yapıyor, sen ona bir problem veriyorsun, algoritma tasarlıyorsunuz. İşte bir tane teorem çıkıyor belki falan. Yani yazıyorsun sonunda, o dergi basmazsa bu dergi basıyor. Fon almak yani zaten makaleler çıktığı sürece sana bir yıl önce 30 vermişlerse o yıl 35 bin dolar veriyorlar. O da kolaylaştı. İşi çözdük tamam mı? E bakıyorsun, tamam yani 20 yıl daha devam edersem ne olacak? Elli makale daha yazarım. Ee? İşte yine 10 tane daha öğrencim olur. Ee? İşte kırk konferansa daha giderim. Şanım büyür, yürür. Ee? Yani ne olacak ki yani? Olsan olsan bir yerde bir “chair” alırsın, yani şey bir kürsü falan verirler sana. Bu bana yeteri kadar heyecan verici gelmedi.


Erguvanlar falan her taraf… Dedim “Ya ne yapıyorum Kanada’da?” “Türkiye güzel.”


O zamanlar da daha bu girişimcilik işlerine girmemiştim. Kanada’da bir girişimle falan tanışmadım hiç. Kendim ruh olarak girişimciyim ama hani bir girişime takılayım falan, böyle bir hayatım olmadı hiç orada. E çoluk çocuk da birazcık böyle, artık okula falan gitme dönemi Türkiye’ye biz hep böyle kışları gelirdik. Eşim sıcaktan hoşlanmayan birisi. Kışları Türkiye gri, çamurlu yağmurlu falan böyle. 2003’te yanılmıyorsam bir yazın geldik. Bir kongre düzenledim İstanbul’da kongre düzenleme komisyonunda bulundum yani. Kongrenin plenary ve tutorial konuşmalarını ben düzenledim. Yani büyük isimleri çağırıp yani sahneye koymak istedim. Yani davetli konuşmacılar serisini ben düzenledim. Ve işte kongrenin kokteyli de Dolmabahçe Sarayı’nın bahçesinde falan yapıldı. Erguvanlar falan her taraf… Dedim “Ya ne yapıyorum Kanada’da?” “Türkiye güzel.” Bir de yani 2003’te düşünürsen ekonomik olarak da Türkiye bayağı iyi gidiyor. 2004’te “Ben Türkiye’ye gideyim artık.” falan demeye başladım, “Sıkıldım bu Kanada’dan.” falan. Ama böyle tam bir geçiş de düşünmüyorum. İşte Koç’a, Sabancı’ya falan mektuplar yazdım. “Ya ben gelip işte altı ay orada, altı ay burada” ya da işte “Bir dönem, bir yıl gelsem mi?” ya da işte “Yazları oraya gelsem mi?” falan gibi temaslar yapmaya başladım. Sabancı “Hemen gel.” dedi. Koç işte “Bize araştırma planı gönder.” falan dedi. Yani 50 tane makalemiz var, bir şeyler yapacağız illa ki. Yani geldiğimde orada ben sadece gezmeyeceğim. Sabancı’ya gittim 2003’te. Bir dönem orada kaldım. Bayağı hoşuma gitti. Ya ben bu işi daha bir rutine çevireyim dedim. Zaten 92, 94 ve 96’da bunu yapmıştım birer dönem. Hep Türkiye’de. Yani ilk dönem Türkiye’de, ikinci dönem Kanada’da ders verme şeklinde. Maaşının bir kısmından feragat ederek. Ama bir yandan da tabii hem işte üniversitene bir şey geri veriyorsun hem burada zehir gibi öğrencilerle tanışıyorsun. Belki bir kısmı senin yanına doktora öğrencisi olarak geliyor, bir kısmıyla makale yazıyorsun falan. Ya aslında akademik olarak dezavantajlı duruma koymuyorsun kendini. Daha zengin, daha renkli bir hayat yaşıyorsun.

 

Yine böyle bir şeyler kurgulamaya çalışırken Bilkent’ten bir mesaj geldi “Dekan arıyoruz.” diye. Hiç düşünmediğim bir şey yani. “Var mı bildiğin, tanıdığın birisi?” falan. Düşündüm, taşındım ama spam yani bildiğin spam. Mesajı atan da benimle daha önce görüştüğünü, tanıştığını unutmuş. Öyle herkese attığı mesajı bana da atmış. “Valla tanıdığım yok ama ilgilenirseniz ben düşünebilirim.” dedim. “İlgileniriz.” dediler. Gittim karımı uyandırdım ve “Türkiye’ye gidiyoruz.” dedim.

 

Çok iyi hazırlandım mülakata. Çok iyi bir mülakat yaptı Bilkent. Bir haftalık bir mülakat kurguladılar. Yani öyle kolay almadılar dekanı. Her hoca ile görüştük. Her rektör yardımcısı ile görüştük. Her provost yardımcısıyla, rektör yardımcısının yardımcısıyla görüştük. Tabii ki rektörle görüştüm. Öğrencilerle görüştüm. Master öğrencileriyle, lisans öğrencileriyle doktora öğrencileriyle Gerçekten dünya standartlarında hatta belki üzerinde bir mülakat süreci kurgulamışlardı. Ve ben de çok iyi hazırlandım. Yani gittiğimde bütün hocaların geçmişini çok iyi biliyordum. Zayıf yönlerini, güçlü yönlerini biliyordum. Neler yapabilecekleri konusunda da bir fikrim vardı. Adamlar bu kadar işi üstlendiğimi görünce “Ya bunu bir deneyelim.” dediler ve Bilkent tarihinde bir ilk olabilir bu, dışarıdan dekan getirilmesi. Genellikle içerden birilerinin dekan yapılması uygulaması vardı.

 

Böyle bir Türkiye’ye dönüş oldu. Ekonomi tabii o aralar şahlanmıştı. Çok iyi gidiyordu. Türkiye benim değerlendirmeme göre daha demokrasiye yaklaşmıştı. İşte askerî baskı azalmıştı vesaire. Bu şey dönemi, işte balayı dönemi. Muhafazakar iktidar ile demokrat halkın arasındaki balayı dönemine denk geldi. Ve 2005’te çoluğu çocuğu toparlayıp biri altı, biri sekiz yaşındaydı kızların. Türkiye’ye geldik.


Türkiye böyle. Tam bir roller coaster ride.


Oradaki ortamdan sıkılmak çok gerçek bir şey. Çünkü biz insanız ve şimdi sen Kanadalı’ysan zaten başka dünya bilmiyorsun tamam mı? Kanada’da sıkılsan da e yani ne yapacaksın? Senin ülken o. Ama ben başka bir dünya biliyorum. Ve burası daha heyecanlı onu da görüyorum. Burada daha fazla fırsat var. Orada böyle ata binmişsin, rahvan gidiyorsun tamam mı? Düz çayır böyle. Türkiye böyle. Tam bir roller coaster ride. Heyecan istedim yani. Kanada bana biraz fazla durağan geldi. Hâlâ her gittiğimde gazetelerde “Bugün hiçbir şey olmadı.” diye haber bekliyorum yani.


Gerçekten burası bir şeyler yapmak, parlamak isteyen insanlar için çok üretken bir toprak. Çünkü çok çorak.


Abi Türkiye’de yani girişimci olmak da iyi, entelektüel olmak da iyi.
 +Yok, yani.
Evet yani, yetenek havuzu çok sığ, bunu her yerde söylüyorum ben. Öğrencilere de bunu olumlu bir şey olarak söylüyorum. Yani bu ülkede bir şey olmak çok kolay çünkü bir şey olabilmiş insan sayısı çok az. Yetenek havuzu çok sığ. Ülkede doğru dürüst, elle tutulur insan kaynağı yok. Ee? O zaman biraz kafası doğru yerde olan, biraz kendine yatırım yapan birisi hemen öne çıkıyor.   

 

Gerçekten burası bir şeyler yapmak, parlamak isteyen insanlar için çok üretken bir toprak. Çünkü çok çorak.