Ölümün o soğuk nefesinin hissedildiği bir cenaze evi, alışık olunan o manzaranın alışılmadık bir üslupla ifşası. Mateminin bu edebi yansıması; yazarı için tekrar tekrar dönüp ziyaret edeceği bir anıt, okurları içinse ölüme ve ölüye dair nicedir kaçındıkları bir tefekküre sevk eden bir mersiye.
Bana adınla yapılan çağrıda hâlini bildirmediler. Ben de sormadım. Ölümünden korktum ve ilk andan kötüye de yordum lâkin dilime de gelmedi. Kendime hastaneye gittiğimi, seni mutlaka perişan göreceğimi ama yine de göreceğimi söyledim. Son âna kadar, bir hastaneye değil de evine götürüldüğümü anladığımda bile bu telkine sarıldım, ihanet etmedim. Arabayı park ettikten sonra arkasına dönerek elime uzananın “Başın sağ olsun ağabey.” sözüyle düştü benim kalem.
Bulabildiğim ilk uçaktı. Tam üç kez, iniş pistini kaplayan sis sebebiyle kalkışı ertelenmeseydi sabahın ilk ışıklarıyla sana gelmiş olacaktım. Hâlbuki buraya ulaşmam öğleni bulmuştu. Bütün bekleyiş boyunca korkudan, ümitten, yeisten, kaygıdan, meraktan ve bungudan mürekkep bir denizde yüzerken beni mahsur ve beter mahzun eden bu sise sövüp durmuştum. Şimdi düşününce ölümünde emeği geçen bu insanlardan ve onların şehrinden yayılan, kokusu ve dokusu yalnızca zihince bilinen, insanın kıyafetlerine değil ancak ruhuna sirayet eden pisliği hiç değilse birkaç saat örtmekle muvaffak bu ulvî örtüye minnettar olmam gerekirmiş, anlıyorum.
Bu, ölümün değil, senin sıradan ölümünün fotoğrafıdır. Bilirsin, ölüm çoğu kez vaka-i âdiyedendir bu topraklarda ama senin ölümün daha sıradan, üstüne kaba, ciddiyetsiz ve bayağı bir şeydi. Ölümünü karşılamak için icra edilen törenin göstermeliği ve yavanlığı karşısında İslâmcının Cumhuriyet Bayramı kutlamaları şölen kalıyordu. Göstermek, direnmek ve öç almak için yazıyorum.
İkindi vakti sonrası, hele hele akşamüstleri ölüm hatadır. Vakitsiz ölerek hata ettin. Çünkü emirdir, vaciptir, sünnettir yahut teamüldür, Allah’tan korkan Müslümanlar ölülerini karanlıkta gömmezler. Halk aydınlık içreyken ölü toprağın karanlığına girmelidir. Yani, seni bir an evvel kuyulamak emirdir lâkin emrin infazının da vakti var. Böylece cenaze bekletilmeden defnedilir emrinin bu alt bendi uyarınca seni bir süre beklettiler yer kabuğunun üstünde. Halbuki gün kaybolunca mezarlıklar muhteşem yerlerdir.
Evinin hayatı taziye için gelip giden kadınlarla dolup dolup boşalıyor. Belediyeden ailene armağan taziye çadırı erkeklere münhasır. Sokakta gezinen, gruplar hâlinde bekleşen, çadıra ve eve gelip giden insanlar. Eve gir, evin içerisi insan nefesleriyle ılık, iç odadan kah yükselip kah alçalan dualar ve âminler işiteceksin. Gözü yaşlı dulun ve çocukların bir çeşit arafta, yürek paralayan bir ezgiyle inlemekteler. Onların çevresinde ölümle yüz yüze gelmişlikten doğma korkuyla gözyaşı dökerek ağlayan yaşlı kadınlardan, birbirlerinden geri kalmamak arzusuyla yek diğerini süzerek rekabetleşe üzülen orta yaşlılardan, bütün maharetlerini sergileyen ama bir yandan da henüz yıpranmamış çehrelerine kederi makyaj eden tazelerden, evlenmeye hazırım artık demeye çekinen kızlardan mürekkep bir seyir yeri.
Dışarıda yaşlı adamlar kendilerini bunaltıcı ev ve cami döngüsünden kurtaran ve yaşıtlarıyla buluşmalarını mümkün kılan sana neredeyse minnettar ama haksızlık etmeyelim tesadüfen üzüntülü. Orta yaşlılar işe gitmemekten, karıdan kurtulmuşluktan memnun, Kur’an okunurken düşünceli ve saygılı. Bu yüz ifadesinin altında, almak istediği arabayı, berikinin karısının kalçalarını hayallemekle meşgul. Genç oğlanlar kalanların saygısını temin için anlamını ve işlevini hiç bilmedikleri ve düşünmedikleri adetlerin gerçekleşmesi için gençliklerini simgeleyen o ateşle mütemadiyen su, çay ve yemek sunumunda.
Cenaze töreni değil bir bayram yeri. Eksiği müzik ve dans. Öbek öbek erkek cami avlusunda. Kadın yok bu alanda. Mâlum yeşilden cenaze arabaları, içlerinde mevtalar gelip gitmekte. Ardı ardına ve toplu cenaze namazları. Ölen kim, cismi şurada, adı yok. Cenaze namazının kılınışını bilmeyenler, çoğusu genç. Yanımdakinin yinelenen tekbirle elleri kulaklarına gidiyor. Utanmıştır diyorum. Namaz bitiminde tabutların önünde önce bir kıpırdanma sonra kaynaşma. Bir görevi bir an evvel tamamlama arzusunun ifadesi müthiş bir aceleyle mevtalar omuzlarda. İşte gidiyorlar. Bizim cenazeyi, seni bekliyoruz.
Kederle, uykusuzlukla, açlıkla bitap düşmüş, omuzlarından başlayarak kendi üstüne devrilmiş, kendi içine çökmüş kardeşlerinin, sigaradan zehir kesilmiş dillerinde “dostlar sağ olsun” cümlesi. Sen geciktikçe sessizlik sohbete inkılâp ediyor. Şuradaki kızının okulundan, öteki maaşından, beriki asgari ücretten bahsediyor. Memleketin hâli, yaklaşan seçimler… Reis cenaze töreninde trendlere giriyor. Uzun zamandır görüşemeyenleri kavuşturuyorsun giderayak. Sen gelene kadar bir iki lâfın daha beli kırılıyor. İçimden yükselen öfke beni ağlatmasın diye sövüyorum. Allah’a, gönderdiği elçiye, Allah’ı ve elçisini iki paralık eden bu kalabalığa sövüyorum. Ayrılamam bu alandan. Sana veda etmek istiyorum.
Başka bir araba daha. Kardeşlerinin sürüklenen bedeninden anlıyorum sen olduğunu. Yanına varamadan seni omuzlayan insan selinin üstünde musallaya vuruyorsun. Koşuyorum sana doğru. Bir cenazeyi en önden seyretme sıtmasından muzdarip yedi yabancıları aşamıyorum. Çirkinleşiyor, bu duygusuz herifleri ite kaka kendime yol, yer açıyorum. İmam efendinin töreni başlatan sesiyle ayaklarımın yere mıhlandığını duyuyorum. Ne Allah, ne Cennet, ne Cehennem. Sana veda etmekten başkasını düşünemiyorum.
Ellerim önümde bağlı, adsız sansız şu kısacık törenine ağlıyorum. Kardeşin ve ben, daha selâm bile tamamlanmadan başlayan son yarışı da kaybederek ardından bakakalıyoruz. Seni cenaze arabasına yükleyerek arabalarına binen kalabalık mezar yerine yollanıyor. Kardeşinle yürüyoruz. Mezarına indirilişine olsun eşlik edebilmek için çabuk adımlarla yürüyoruz. Geriden gelen bir grubun arabasına alınınca kardeşin ben yalnız kalıyorum. İyi diyorum, gitsinler. Yürüyorum.
Sağımda ve solumda uyuyan ölülerin arasından ağlayarak sana geliyorum. Sana onlardan haberlerle geliyorum. Yetişememekten korktuğumdan evecen adımlarım enikonu koşmaya dönüyor. Gözlerim kurumuyor. Senin için değildi bu tören görüyorum. Bizim için değildi biliyorum. Peki kimin içindi, kim ister kim yapar böyle bir canavarlığı öğrenmek istiyorum. Onca baş dönmesi ve sendelemenin sonunda mezar yerine varınca görüyorum, çoktan gömüldüğünü, üzerinin örtülmüş olduğunu. Artık kesinleşmiş bu yenilgi veda imkânımın elimden alındığını söylüyor.
Bir hoparlörden sızan cızırtılı, ahenksiz ve düpedüz çirkin bir ses anlamını bilemediğim laflar ediyor. Birisi arkasını dönüp basmakta olduğum toprağın bir mezar olduğunu anlatmak ister gözlerle bakıyor. Koynunda kimseyi barındırmayan bu alelade toprak bile benim acıma galip geliyor. Eriyen ve nihayet kaybolduğu belli irademle arkalara sürükleniyorum. Bir sigara yakıyor, Allah kelâmına yaptığım bu saygısızlığı hoş görmeyen kalabalığın ayıplar bakışlarının altında belki onlar dağılınca seninle konuşmaya bir fırsatım olur diyerek bekliyorum.
Ölümü kavrayamadığımdan mı bilmem, boşa alınan fikrimde çehren var. Bir heykelde taşlaştırılmış bir ifade değil bu. Fotoğrafta durdurulmuş bir an gibi. Çehreni açık göz kapaklarımın arasına geriyor, bu iğrenç gösteriden yayılan ışın demetlerinin retinalarıma ulaşmasını engelliyorum. Böyleyken şimdi seni bağrına alan bu toprağın üstünde çehrenle birlikte ben de gülümsüyorum.
Sesin sahibi ayaklanıp da kalabalık da silkinerek uyanınca az kaldığını anlıyorum. Toprakla buluşmanla başladığı varsayılan seviye tespit sınavını başarıyla tamamlaman için sana gerilerden kopya vermek diye düşündüğüm talkın başlıyor. Umarım yeterli puanı almışsındır. Ve yine umarım bu sınav bu kadar kısa sürmüştür. Sesin sahibi ve onun idaresindeki kalabalık dağılmaya başlıyor. Bekleyip hak ettiğim vedaya vasıl olmak istiyorum.
Sıram gelince o âna kadar yüzleştiğim bütün kötülüklerden daha kahredici bir sahneye şahit oluyorum. Namaza ve mezar başındaki törene alınmayan, bilmem ne uğruna vedası engellenen karın, kollarında ve arkasında hemcinsleriyle başucuna geliyor. Son takatini başucuna gelirken sarf etmiş gibi mezarının başına dikilmiş tahtanın önüne yığılıveriyor. Şimdi orada iki büklüm bir hâlde hıçkırıklara boğulan sana en yakın bu insana reva görülen zalimlik bende kül bende kanat bırakmıyor. Onun âhı ilga ediyor bütün veda haklarını.
En ufak kişiselleştirmeye imkân vermeyen bu garabet tören, karına nasıl ve ne kadar üzüleceğini, nasıl veda edeceğini de dayatıyor. Kıyafetinde ve avuçlarında artık seninle müsemma topraktan izlerle, yol geçecek diyerek sökülen bir ağaç gibi kaldırılarak arabalardan birine sürükleniyor. Ondan esirgenene talip olamıyorum. Bu ruhsuz sürünün beni de onunla birlikte sürüklemesine izin veriyorum.
İlk defa acıkan bebeğin iştahıyla yemekler yeniyor. Uzaklardan gelenler birbirlerine daha sık gidip gelmeye sözleşiyor. Akranlar soğuk havada soba etrafında içilen çayla söyleşiyor. Saatlerdir gizli gizli göz atılan telefonlar birbirinden cesaret alarak birer ikişer yeniden keşfediliyor. Bildirimler görüntüleniyor, merakta kalan sevgililer teskin ediliyor, oyun görevleri yerine getiriliyor. Meşrebine göre sosyal medya gönderileri şöyle bir kontrol ediliyor. Utanması daha az olanlar bir iki video ile birkaç dakikayı daha öğütüyor.
Taziye çadırında bir sınıf yeniden vücut buluyor. Ölümü görmezden gelebildiğimiz her an kendilerinden köşe bucak kaçtığımız imamlar, hocalar, eski hocalar, hacılar nöbetlerinin başladığını biliyorlar. Görev çağrısına itaat ederek görünmez üniformalarını kuşanıyor, biçimli sakallarının ve ötelere dâir bilgilerinin verdiği heybetle köşelere kuruluyorlar. Başka bir gün olsa yalnızca sıkıcı olabilecek bu insanlar, ağızlarından dökülen her biri başka başka lisanlara âitmiş hissi veren renksiz ve ahenksiz Arapça lakırdılarla insanı büsbütün huzursuz ediyorlar. Türkçe duaları birörnek, cemaatin aminleri duada kendileri için dileklerde daha bir gür, Fatihalar mırıl mırıl duyuluyor. Nasırlı, kirli eller yüzlere sürülüyor defalarca.
Artık öldüğün için seni suçlayacak kadar bıktırılmış, yorulmuş, hırpalanmış ağabeyin şurada. Ağlamaya susatan o sıkışmışlık, yüreğe çöken o acı, taziyecilerin meraklı sorularıyla itile itile tıkıldığı yüreğindeki bir kuytuda kalakalmış. Küçük kardeşi Yusuf’u yitiren ağabeye bile nasip olan yas seninkine değil.
Ölüyü ortaya getirsem diyorum, seni şuracığa koysam acaba niçin burada olduğumuzu anlayabilir miyiz? Baksak sana, daha şimdiden çürümeye başladığını bildiğimiz cesedin bize ölümün anlamını anlatabilir mi? Emin değilim. Böylece meyus, bir zaman evvel bana uzattığı ele tükürerek kendisini reddettiğim tanrıya el açmaya hâlim de olmadığından bir nefes sigarayı bozkır soğuğuyla katık ederek içime çekmek üzere çıkıyorum çadırdan.
Sîreti suretinden okunan bir herif toplumun ona verdiği yetkiye dayanarak yanıma sokuluyor. Tiksindirici bir babacanlıkla kendisini yanlış anlamazsam birkaç kelam edeceğini buyuruyor. Bu bir retorikmiş, onayımı almadan dökülüyor. Küpe takmamı hoş karşılamadıklarını, bana da yakıştıramadıklarını söylüyor. Kim olduklarını, kaç kişi olduklarını, bu Moskof usulü referandumu ne ara tertip ettiklerini soramıyorum. Artık enikonu tütün dumanıyla dolu soluğum göğsümde takılı kalıyor. Kendisini mekiğe bağlayan kablonun kopuşuyla uzayda serbest kalan astronotun giderek ufalan istasyonuna bakışıyla izliyorum yanımdan uzaklaşmasını.
Bu ânın ayırdıyla çadıra dönünce babamın ve amcamın “yaramazlığımı” hoş gördüğünü, uslanıp eve döneceğime kâni olduklarını görüyorum. Tam bu anda annemin beni olacağımı umut ettiği oğul olarak sevdiğini, kıldığı her namazın sonunda Allah’ından benim cehennemim manasına gelen dilekleri olduğunu anlıyorum. Ben çadıra girince bana yönelen başların garipliğimi tanıdığını, berkittiğini fark ediyorum. Yalnızca kabullenilmediğimi değil bu acı ânına da ortak edilmediğimi-olamadığımı, ölürsem ölümümün bu insanlarda gerçekten ben’e âit bir kayıp hissi doğurmayacağını duyuyorum. Âit olmadığımı hissediyorum.
Ta küçüklüğümden isterim. Keşke bir an için ölümümden sonrasına ufacık bakabilsem, derim. Varlığımla doldurduğum mekân yok oluşumla kendi üzerine devrilince sevenlerim ne halt edecekler merak ederim. Varlığım mı? Doldurduğum mekân mı? Sevenlerim mi? Belli ki yeterince ölüm görmemişim. Belli ki yaşamanın ne olduğunu bilememişim. Bu ülkede yalnızca yaşamın değil ölümün de onursuz olduğunu, insan onuruna yaraşır bir yanının olmadığını fark edememişim.
Şimdi, bu yazıyı yazarken kaybınla başlayan günleri daha büyük bir kayıpla kapattığımı düşünüyorum. Büyük olan kaybın şu son iki günün mahsülü olmadığını, bir zamandır biriktiğini ve nihayet taşmış olduğunu da anlıyorum. Ölümünle önce seni ama sonra ailemi, sonra memleketimi ve nihayet vatanımı da yitirmiş bulunuyorum. Âit ve ortağı olamadığım, aynı şeylere acılanmadığım, aynı şekilde acılanmadığım, varlığını yokluğumda gören bu kütleyle olan bağımı tamamen yitirmiş görünüyorum. Kendimin başı sağ olsun.
kerim hazar şeker
Burn – GOSTİ