Sevgi ve nefret kavramlarını tekrar sorgulamamızı ‘şiddetli’ bir biçimde sağlayan bir yazı.


 

“Böyle konumlanmak artık güvenli, bu cinayetlerden bahsetmenin artık bir zararı yok, sorumluları yakalamak için artık çok geç, o yüzden bütün bunlarla nasıl da şahane yüzleştiğimizi evirip çevirip size geri satabiliriz, satıyoruz, satıyoruz, sattık.”
Scorsese, Dolunay Katilleri

Şiddet sebebiyle yaşamdan koparılan kadınlar ve kız çocukları anısına.

 

Can Koçak’ın 25 Kasım 2023 tarihinde Script’te çıkan yazısında bu ifadeyi okuduğumda kadına yönelik şiddetin son kurbanlarından olan Ajda, başka bir şehirden büyük bir azimle ve kararlılıkla canını almaya gelen eski eşi tarafından öldürüleli henüz üç gün olmuştu. Tam üç gün sonra şehirde, ülkede ve dünyada kadına yönelik şiddet dursun diye yükseltilecek sesi şimdiden bastırmak istercesine işlenen bu cinayet, şiddetin herkesçe bilinen ancak dile getirilmesi bu dönemde pek sakıncalı görülen sebebi toplumsal cinsiyet eşitsizliğine muadil arama çabalarına eşlik ediyor gibiydi. Yüksek sesle dile getirilen “cinsiyetler arası adalet”, “sevgi”, “merhamet” gibi muadiller ise şiddete karşı mücadele ettiğini düşünen kimselerde bile zihin karışıklığına yol açıyor, kendinden şüpheye düşürüyordu. Bu akıl karşıtı devrin ve yöntemin benzersiz olmadığını, başka eşitsizlik biçimlerine karşı yürütülen mücadelelerde de daha önce görüldüğünü bilenler içinse bu muadil arama çalışmaları yukarıdaki söze bir vecize mahiyeti kazandırıyordu.

 

İnsan eliyle yaratılan eşitsizlik biçimlerinin en eskilerinden, kuvvetlilerinden ve maalesef hâlen hayatta olanlarından biri olan, üstüne pek çok eşitsizlik biçiminin de kesiştiği bir kavşak olan bu sorun, erkeğin tarih boyunca cebren ve hile ile kadına karşı kazandığı ve kurumsallaştırdığı konumunun bir sonucudur. Maalesef muktedir, gayetle muhteris ancak hayretle kifayetsiz fikrin (fikir denir mi bundan emin değilim) bocalarken sayıkladığı gibi bir adalet, merhamet veya sevgi yokluğu değil.

 

Özellikle son dönemde çokça öne çıkarılan, neredeyse bütün kültürlerde dişil kodlanmış olması sebebiyle özellikle kadınlara yönelik kullanılmaya da elverişli görülen sevgi duygusu, bu açıdan dikkate değerdir ve bu yazının konusudur. Çoğu kez bariz bir sebebe dayanmayan, nesnel olmayan, fazlasıyla idealleştirilmiş, tamamen mükemmelleştirilmiş bu duygu, yokluğunun şiddete yol açtığı söylenerek veya bir mücadele aracı olarak şiddetle ilişkilendirilmektedir. “Sevgi ile şiddet yan yana gelmez.”, “İnsana sevgi yakışır.”, “Şiddet değil sevgi” gibi bu yıl şiddetle mücadelede slogan olarak kullanılan ifadeler açık örneklerdir.

 

Sevginin yokluğunu kadına yönelik şiddetin sebebi saymak veya sevgiyi şiddetle mücadelenin bir aracı olarak ele almak pek çok açıdan sorunludur. Sevgiyle şiddet ilişkisinde ilk sorun, argümanın kabuğunda yani söylemin kendisindedir. Söylem, sevginin yokluğunun nefretin varlığına delalet ettiği, nefretin ise şiddeti sağladığı önermesine dayanır. Bu ilk yanılgıyı sevginin insan için varsayılan olduğu ve bütün insanlar tarafından paylaşıldığı önermesi izler. Buradan ise nefretin varlığının şiddeti eylemek için yeterli sebep olduğuna ulaşılır ve şiddet uygulayanın iradesi burada tamamen ortadan kaldırılır, faillik konumu iflas eder. Peki hakikat nasıldır? İlk hakikat, sevgi ve nefret ilişkisinin yokluk değil karşıtlık ilişkisi olduğudur. Sevginin yokluğu ancak sevginin yokluğudur ve yokluktan başka ve yeni bir varlığa ulaşılamaz. Somut dünyada sevgi, pek çok kez başlangıçta orada değildir. Dünya, birbirini sevmeyen, birbirine tahammül eden, pek çok kez nefreti de içeren duygular halitasıyla yüklü, ancak insan eliyle yaratılmış kurallarla bağlı insanlar topluluğundan oluşur. Buna rağmen bu topluluklar her gün ayakta kalır, şiddet eylemleri bütün üyeler tarafından paylaşılmaz, şiddete başvuran üyeler topluluk tarafından oluşturulmuş kurumlar ve uygulamalar yoluyla cezalandırılır. Şu hâlde sevginin yokluğunda şiddetin ortaya çıkması zorunlu ve mümkün değildir.

 

İkinci hakikat nefretin varlığının şiddetin ortaya çıkması için yeterli olmadığıdır. Fikrin sahipleri tesadüfen ve dolaylı olarak bir nebze haklıdır zira nefret, şiddet konusunda elverişli bir duygudur. Ancak şiddetin ortaya çıkmasında nefret bir motivasyon kaynağı olabilirse de eylem için irade şarttır. Evet, nefret duyan kişi şiddet eyleme kapasitesine ve motivasyonuna sahip olabilir ancak hâlen şiddete ulaşılamaz. Çünkü eylem için diğer bir gereklilik olan irade henüz ortada yoktur. Şu hâlde bir kişi, bir başka kişiye, gruba veya kimliğe yönelik nefret duygusuna sahip olabilir ancak eyleme iradesi göstermedikçe şiddet uygulamış sayılmaz. Bu sebeple nefret duygusu taşımak anlaşılabilir, kabul edilebilir ve hak olsa da bu duygunun irade kuşanarak sözle, davranışla veya başka bir biçimle hayat bulması suç kabul edilir. Zira ancak iradeyle faillik ortaya çıkar, irade sebebiyle suça münasip bir ceza tesis edilebilir. Aksi durum duygularının güdümünde bir varlığa işaret eder ve bu varlığın cezai ehliyeti bulunmaz.

 

Üçüncü hakikat ise eyleme geçmiş nefretin yani şiddetin dahi, şiddet eylemiyle karşılık görmediğidir. Bugünkü insan medeniyeti, şiddet içermeyen ancak adaleti tesis eden kurumlar, uygulamalar icat etmiştir. Topluluk nefretle eyleme geçmiş üyesinin karşısına bunlarla çıkar. Önce şiddeti yasaklar, yasağın ihlâlini ise cezalandırır. Örneğin terör eylemlerinde bulunarak nefret duygusunun en yaygın ve âlâ biçimlerinden birine mazhar olan bir kişi, topluluğun birleşip andlaştığı kaidelere karşı geldiğinden önceden tesis edilmiş divanlarda yargılanır, suçu ispat edilirse önceden herkesçe kabul edilen ve duyurulan ceza uyarınca hapsedilir. Böylece adaleti duyuran, potansiyel fâilleri caydıran ve mümkünse fâili ıslah da eden ancak şiddeti içermeyen bir yolla eylemli nefretin karşısına çıkılmış olur. Görüldüğü üzere, somut dünyada bırakınız sevginin yokluğunu eyleme geçmiş nefretin karşısında dahi şiddet cari değildir.

 

Sevgi ve şiddet ilişkisinde argümanda görülen ikinci sorun insan zihninin işleyişine ilişkindir. Buna göre sevgi, insan zihnini başka bir duyguya yer bırakmayacak biçimde tamamen kaplar, sevginin varlığında zihinde başka bir duygunun varlığı mümkün değildir. Hakikat ise açıktır. Sevgi, tıpkı bilinen diğer duygular gibi eş zamanlıdır, sabit değildir. Somut dünyada insan zihninde sevgiye eşlikçi başka duygular vardır ki bazı durumlarda sevginin zıddı olan nefret duygusu da bunlardan biridir. Yani insan severken nefret edebilen hatta hem sevip hem nefret edebilen bir varlıktır. Sevgi ve nefret duygusunun eş zamanlı olarak aynı kişiye, gruba veya kimliğe yöneldiği durumlar dahi görülür. Annesini sevdiğini ancak eşinden nefret ettiğini söyleyen erkekler elverişli birer örnektir. Sevgi varken nefret yoktur savı da böylece geçersizdir.

 

Sevgi ile şiddet ilişkisinde argümanda görülen üçüncü sorun sevginin imgesine ve ifadesine ilişkindir. Buna göre sevgi bütün bireylerde aynıdır. Bireyler sevgiye aynı tanımlar getirir, sevgiyi aynı biçimlerde yaşar ve inşa eder. Hakikatte ise sevgi, toplum tarafından tanıtılır, sevme toplum tarafından öğretilir, sevi bu mirasla ve neredeyse her birey tarafından özelleştirilmiş bir yöntemle birey tarafından inşa edilir. Maalesef, medeniyetimiz henüz bir Sevgi Standartları Enstitüsü ihdas edemediğinden bazı benzerliklere rağmen her birey için farklı bir sevgi tanımı vardır. Bazı benzerliklere rağmen toplumlar ayırt edilir sevgi sözlerine ve davranışlarına sahiptir. Bazı benzerliklere rağmen bireyler sevginin başlangıcında, sürdürülmesinde ve sonlanmasında ayırt edilir bir üsluba sahiptir. Bireyler ve topluluklar için duyguları ölçünleştirecek bir mekanizma kurulana değin tek ve paylaşılan sevgi tanımı ve davranışından bahsetmek mümkün olmayacaktır.

 

Sevgi ile şiddet ilişkisinde argümanda görülen dördüncü sorun bizzat sevginin şiddetin aracı olarak yaygın biçimde kullanılmasıdır. Sevginin araçlığı öncelikle şiddetin normalleştirilme sürecinde şiddetle nöbetleşe kullanımında görülür. Şiddet tek başına kontrol için yeterli değildir ve kısa sürede mâruz kalanın fâilden uzaklaşmasıyla sonuçlanabilir. Daha uzun süre şiddet uygulayabilmenin ve daha yıkıcı sonuçlara ulaşabilmenin bir yolu olarak sevgi şiddete bir araç olarak eşlik eder. İkinci olarak sevgi bir gerekçelendirme aracı olarak işlev görür. Örneğin, kıskançlık duygusuna atıfla işlenen cinayetler sevgiyle açıklanır. Ayrılığı, boşanmayı kabullenmeyerek işlenen cinayetler sevgiyle açıklanır. Gelenek, töre sebep gösterilerek eğitimden uzaklaştırma, çalışmaktan alıkoyma, erken yaşta evlendirme sevgiyle açıklanır. Korku, endişe duyuran, can güvenliğinden endişe ettiren tâkip davranışı sevgiyle açıklanır. Birliktelik talebinin kabul edilmemesi sebep gösterilerek işlenen cinayetler sevgiyle açıklanır. Şu hâlde varlığında dâhi gözlemlenen türlü şiddetin sevgiyle ortadan kaldırılacağını düşünmek en hafif tabirle naifliktir.

 

Başladığım yere dönmek istiyorum. Sevgi, yokluğuyla kadına yönelik şiddetin sebebi veya varlığıyla bir mücadele aracı değildir. Sevgi, merhamet, cinsiyetler arası adalet gibi kavramlar çare değil bir inkârın zoraki, kifayetsiz ürünleridir. Bugün, kadına yönelik şiddete karşı koymak ve bunu gerçek sebebi işaret ederek yapmak zorundayız. Dilimizin döndüğünce ve gücümüzün yettiğince kadın yönelik şiddetin, erkeğin kadına karşı elde ettiği ve kurumsallaştırarak sürdürdüğü sosyal, ekonomik ve politik gücün bir sonucu olduğunu -kısaca toplumsal cinsiyet eşitsizliği diyebilirsiniz- söylemeliyiz. Bunu doğru zaman geldiğinde, yani öyle konumlanmanın güvenli olduğu, artık herkesçe kabul edildiği bir dönemde mâlûmun ilânı biçiminde yapmak yerine bugün zorken, yasakken yapmalıyız. Nihayetinde “inandığımız doğrudur, ileridir”. Nihayetinde insanız, mesulüz ve kendi kişisel tarihimizi korkaklıkla lekelemek istemeyiz.

 

kerim hazar şeker

 

“Love and Hate” by Elin Bogomolnik