GİRİŞ
Dünyaya geldiğimiz andan var oluşumuzu tamamladığımız süreç boyunca hayatımız bir devinim içinde süregelmektedir. Bu hareketliliği sağlayan en büyük etkenlerden birini ise iletişim hâlinde olan bizlerin yarattığı etkileşim bağı oluşturmaktadır. Geçmişte ticaret yolları ya da yeni kıtaların keşfi günümüzde ise küreselleşme dediğimiz olguların birçoğu kültürler arasındaki etkileşimin artmasına ve yeniliklerin keşfedilerek hayata geçirilmesine ön ayak olmuştur. Söz konusu bu devinim süreçleri ise bizleri yeniliklere ayak uydurmak ya da kabullenmeyip var olanla yetinmek arasındaki ikileme itmiştir. Öyle ki tarihler boyunca meydana gelen anlaşmazlıkların çoğu bu ikilem üzerinden ortaya çıkmıştır. Bilinmeyene duyulan korku ve önyargı çoğu zaman araştırmaktan ziyade yargılamayı daha kolay kılmıştır.
Kendini tam da bu çelişkiler içinde bulan Orta Çağ Avrupa’sı gelişen imkânları ve insanları kabullenmek ya da onları belirli kalıplara koyup yok saymak arasında sıkışmıştır. Uzun yıllar boyunca kilisenin dogmatik öğretileriyle yaşamayı öğrenen halkın meydana gelen gelişmelerle birey olma bilinci ortaya çıktıkça sorgulamalar da artış göstermiştir. Toplumun önemli bir yapı taşını oluşturan kadınların ise kendilerine biçilen toplumsal rollerle sınırlı kalmayıp hayata karışma çabası gerek tıp biliminin gerekse de sosyal bilimlerin farklı yönlerinin ortaya çıkmasına imkân tanımıştır. Ancak kadınlar tarafından atılan çoğu adım beraberinde zorlukları ve sorgulamaları da getirmiştir. Bu zorlukların en başında ise neredeyse üç asır boyunca devam eden ve sayısız kişinin ölümüyle sonuçlanan cadı avcılığı gelmektedir.
1. ORTA ÇAĞ AVRUPA’SININ GENEL ÖZELLİKLERİ
5. yüzyıldan 15. yüzyıla kadar olmak üzere bin yıla yakın bir zaman boyunca varlığını sürdüren Orta Çağ Avrupa’sı gerek sosyal gerek ekonomik gerekse de siyasî konular başta olmak üzere toplumları birçok açıdan etkilemiş ve söz konusu bu etki gelecek yılları da kapsayacak büyüklükte bir niteliği sahip olmuştur. Tarihsel açıdan Orta çağ Avrupa’sını öne çıkaran iki temel faktör; feodalite ve kilisedir[i]. Sözlük anlamına bakıldığında feodalite, toprağın ve ondan geçim sağlayan köylüleri belirli bir kişiye tabi olduğu düzene karşılık gelmektedir[ii]. Her ne kadar feodalite ekonominin konusu olarak görülse de aslında temelini siyasal bir güçten almaktadır. Söz konusu siyasal gücün kapsayıcı olması onun hem ekonomik hem de sosyal yaşamda etkili olmasına ön ayak olmuştur.
Temeli geçimlik üretim yapısına dayanan ve emek sömürüsüne ortam hazırlayan feodalizmde yeterli alım gücüne sahip olamayan ve self olarak nitelendirilen köylüler geçimlerini sağlamak için soyluların topraklarını ekip biçiyor, karşılığında da sadece temel ihtiyaçlarını karşılayacak bir ücret alıyor; kimi zaman da para yerine yapılan hasattan az bir miktar kendilerine veriliyordu[iii]. Tamamıyla kontrol ve denge mekanizmasına dayanan bu sistem belirli bir hiyerarşik yapı üzerinden gerçekleşmekteydi. Bir yandan kâr ve otorite elde etmek amacıyla elinde toprak bulunduran feodal beyler diğer yanda feodal beyler tarafından görevlendirilen ve toprağın işlenmesi, korunması ya da çıkabilecek problemlerin önlenmesi için sürekli olarak tetikte bulunan denetçi konumundaki vassallar; bir tarafta da sadece yaşamak için çalışan konumda olan köylüler yani selfler bulunmaktaydı. Tüm bunların yanı sıra kilise en büyük feodal bey konumundaydı. Dinî otoritesini kullanarak birçok toprak parçasını elinde bulunduran kilisenin, egemenlik alanı geniş olduğu için yaptırım gücü de bir o kadar kuvvetliydi[iv].
Kilise, halk üzerindeki egemenlik anlayışını siyasî ideolojileri ileri sürerek kullanmakta, Orta Çağ Avrupa’sına egemen olan etnosentrizm düşüncesi ise kilisenin elinde bulundurduğu en önemli güçleri arasında bulunmaktaydı[v]. Etnosentrizim, temel olarak bireyin içinde bulunduğu ortam, topluluk ya da gruba karşı bağlılık duyması ve onun dışındaki her türlü oluşumu ikinci plana atması hatta yok sayması hâlidir. Bireyin içinde bulunduğu bağlılık hâli o kadar güçlüdür ki çevresindeki bütün olayları içinde yaşamış olduğu grubun durumuna göre değerlendirerek çıkarımlarını, kabul veya red kararlarını da bu doğrultuda yapmaktadır[vi]. Tek gerçek gücün Tanrıda olduğunu ifade eden kilise, kendini ve o dönemdeki mevcut idari otoriteyi bir araç olarak kabul etmektedir. Her ne kadar kilise ve idari yönetim bir araç olarak nitelendirilse de bu durumun Tanrı eliyle gerçekleştirildiği düşünüldüğünden yani söz konusu yetkinin Tanrı tarafından verilmiş olduğu ileri sürüldüğünden kiliseye karşı itaat aslında Tanrıya itaat etmekle aynı anlama gelmektedir[vii].
Birçok dini düşünce yapısını içinde barındıran Hristiyanlığın, temel kabul ettiği anlayışlardan biri de insanların günahkâr olarak dünyaya geldiğidir[viii]. Var olduğumuz andan itibaren günahkâr konumda olan bizlerin yaşam amacını söz konusu bu günahlardan arınarak temiz bir insan olarak devam etmek ve en sonunda aynı temizlikle Tanrının karşısına çıkmak oluşturmaktadır. Orta Çağ Avrupa’sında kilisenin kabul etmiş olduğu bu görüş o dönem hakimiyetini sürdüren etnosentrizmle birleşince Hristiyanlık ve buna paralel olarak kilisenin ileri sürmüş olduğu görüşlerin dışına çıkılması dinsizlik olarak kabul ediliyor ve insanların söz konusu otoriteye tam bir bağlılık göstermesi bekleniyordu.
Devletin egemenlik alanına ait toprak parçasında inşa edilen kilise, halk üzerinde büyük bir etkiye sahip olsa da yurttaşlar üzerindeki otoritesinin geri planda kalmasını istemeyen kral, kilisenin devlet idaresine karşı itaatkâr bir konumda olmasını istemektedir. Krallığın kendisine karşı ileri sürdüğü şartlara karşı çıkarlarını koruyarak karşılık veren kilise; dönemin din adamları, dinin belirli kalıplara sokulamayacağı, onun ve onu yaymak için kullanılan kilisenin sadece tek bir güce yani Tanrıya bağlı olduğunu; bu sebeple kralın himayesi altında bulunan kilise topraklarının mülkiyetinin kraldan alınarak kiliseye yani bu doğrultuda tanrıya verilmesi gerektiğini ileri sürmüşlerdir[ix]. Dönemin gerekliliklerine göre hareket eden ve yönetim gücünün sarsılmasını istemeyen kral, kilise tarafından ileri sürülen şartları kabul ederek iki taraf arasında karşılıklı bir çıkar ilişkisi gerçekleşmiştir. Fakat idari yönetim için verilmiş olan bu taviz kilisenin din adı altında gerçekleştirmiş olduğu yayılmacı politikası sonucunda birçok toprak parçası elde ederek kralın otoritesi büyük ölçüde sınırlandırılmış halkın hem ekonomik hem de dinî açıdan bağımlı hâle gelmesine neden olmuştur. Bir süre sonra din, Hristiyanlığın ileri sürdüğü doğrultulara göre değil kilisenin uyguladığı hiyerarşik yapıya göre şekillenmeye başlamıştır[x].
2. ORTA ÇAĞ AVRUPA’SINDA TOPLUMSAL YAPI VE KADIN
Temeli bağımlılık üzerine kurulu bir sistem olan ve bu sisteme göre hareket edilen Orta Çağ Avrupa’sında yaşayan insanlar için önemli olan şey hayatta kalmak ve yaşamlarını devam ettirmektir. Mülkiyet hakkının bile tam olarak gelişmediği bu ortamda kimse kendini hayatının maliki olarak görememektedir. Söz konusu mevcut düzen insanların esir ya da köle şeklinde nitelendirilmesini de engellemekteydi. Bunun en büyük sebeplerinden biri ise kişilerde birey olma bilincinin tam olarak gerçekleşmemesidir. Varoluş nedenlerin idrakında olmayan insanlar, içinde bulundukları durumların nasıl sonuçlara yol açacağı konusunda bilince ulaşmamışlardır. Bu durum ise kişilerin, yönetici sınıfında olanlara ya da hiyerarşik açıdan kendilerinden daha üstün konumda olanlara tam teslimiyetiyle sonuçlanmaktadır[xi]. Bireylerin sosyal açıdan gelişmiş konumda olmaması örgütlenme biçimlerini de etkilemekteydi. Öyle ki kadınlar, erkekler ve çocuklar arasında belirli bir eşitlik söz konusu değildi. Gerek yasalar karşısında gerekse de toplum içinde eşit olmayan bireyler kendi varoluş mücadelesini vermekle yükümlü kalmışlardır. Feodalizmin getirmiş olduğu sınıfsal yapı sadece erkekler üzerinde değil, etkili olmamış aynı zamanda kadınları da kapsayan bir etkiye sahip olmuştur.
Ekonomik özgürlüğü olmayan, tek geçim kaynakları toprağa dayanan ve yoksul olarak nitelendirilen kadınlar ile kentte yaşayan ve maddi açıdan herhangi bir sıkıntı yaşamayan kadınların toplum içerisindeki sosyolojik konumları birbirinden oldukça farklıydı. Her ne kadar farklı konum ve koşullarda yaşayan kadınlar arasında toplumsal açıdan bir ayrım söz konusu olsa da aslında temelinde mevcut özgürlük alanı herkesin yaşamış olduğu ortama göre benzer noktalarda birleşmekteydi. Kentte yaşayan bir kadın kocasının işlerine yardımcı oluyor, onunla birlikte dışarı çıkabiliyorken aynı şekilde kırsal kesimde yaşayan bir kadın da tarlaya gidip çalışabiliyordu fakat bu hareketlerin tamamı belirli sınırlar içinde gerçekleşmesi zorunlu hareketlerdir. Yani Orta Çağ Avrupa’sında kadınlar, sadece kendileri istedikleri için özgürce dolaşma gibi bir lükse sahip değillerdi. Genellikle eşleriyle birlikte hareket eden kadınların davranışlarının gözetim altında tutulması gerekmekteydi[xii]. Kadınlar, dış dünyaya açılamadan sadece evlerinin içinde etkinlik göstermekte, yaptıkları her şey birilerinin gölgesinde kalmakta ve birincil olarak değer gören bir konuma sahip olamamaktaydılar.
Birçok sınırlama ve kısıtlamalara maruz kalmış olsalar dahi kadınlar, kendilerine ait işleri oldukça başarılı bir şekilde idare edebiliyorlardı. Günlük rutinleri olan temizlik ve yemek yapmak dışında ayrıca hayvanların bakımını üstlenmek, iplik yapmak, halı dokumak gibi işlerle de ilgilenmekteydiler. Kadınların kendilerine ait geliştirmiş oldukları faaliyet alanları ileride bir arada hareket etmelerine de imkân tanımıştır[xiii]. Her ne kadar kadın, erkeğin aşağısında görülüp ona tabi olan bir varlıkmış gibi düşünülse de kentte yaşayan ve ekonomik konumunun sağlamış olduğu avantajları mantıklı bir şekilde kullanmayı başaran kadınlar bulundukları yerde söz sahibi olabilme imkânı elde edebilmişlerdir. Öyle ki Orta Çağ’ın katı kurallarının diğer yerlere göre nispeten daha az uygulandığı İngiltere’de, özellikle aristokrat ve orta sınıfa mensup okuma yazma bilen kadınlar gerek kiliselerde bulunan rahibelerle gerekse de kendi zümrelerindeki diğer kadınlarla bir araya gelerek topluluklar oluşturuyor. Hem okuryazar kitlenin artmasını sağlıyorlar hem de toplumsal açıdan kendilerine ait sosyal bir ortam yaratıyorlardı. Kadınların kendi aralarında gerçekleştirmiş oldukları örgütlenme faaliyeti Orta Çağ’ın en büyük felaketlerinden biri olan Kara Veba’nın milyonlarca kişiyi öldürmesiyle birlikte tüm bu olumsuzluklar içinde bir umut hâline gelmiştir. Dönemin ileri gelenlerinden, maddi durumu iyi olan veya ticaretle uğraşan erkeklerin salgın nedeniyle ölmesi, işlerin aksamasına hatta durmasına neden olmuştur. Fakat ölen erkeklerin eşlerinin çoğu kendi oluşturdukları gruplar sayesinde okuma yazma öğrendikleri için kocalarının adına işleri yürüterek toplumsal açıdan büyük bir gelişmenin yaşanmasını sağlamışlardır[xiv]. Tüm bunların yanı sıra Orta Çağ Avrupa’sı büsbütün durağan bir hâlde de değildir. Ticaretin gelişim göstermesiyle birlikte farklı kültürler bir araya gelerek toplumsal yapı zaman içinde değişim göstermiştir.
CADILIK KAVRAMININ DOĞUŞU
Arap kültürüyle tanışan ve gökbilimi, astroloji, büyü ya da sihir anlamına gelen simya gibi kavramlarla karşılan Orta Çağ Avrupa’sında söz konusu yenilikler insanlar tarafından tecrübe edilmek istenmiştir[xv]. O zamanlar farmakolojinin çok ileri seviyede olmaması insanların doğal yöntemlerle tedavi edilmesine olanak sağlamış ve bu sebeple doğadaki ağaç, bitki, ot, gibi çeşitli canlılar şifa bulmak için kullanılmıştır. Doktorların bulunmadığı ücra yerlerde kadınların doğadan buldukları otlarla şifa arayanlara yardım etmesi, ebelerin sağlıklı çocukların dünyaya gelmesinde ön ayak olması insanların yaşam standartlarının yükselmesini sağlamaktaydı. İlk başlarda birçok insan tarafından korkuyla yaklaşılan bu teknikler sonuç vermeye başladıkça daha alışabilir hâle gelmiş ama yine de kafalardaki soru işaretleri tam olarak giderilememiştir. Bir bitkinin insanı rahatlatması, onun yaralarına tedavi olması çok mucizevi aynı zamanda da ürkütücü karşılanmıştır. Üstüne üstlük söz konusu tedavi yöntemlerinin özellikle kadınlar tarafından gerçekleştirilmesi ve bir insanın şifa bulmasında kadınların rol oynaması kabul edilemez hâle gelmiştir[xvi]. Kadınlara karşı gösterilen sert tutumun arkasında ise Orta Çağ Avrupa’sında söz sahibi olan kilise yer almaktadır. Bilimin gelişim göstermesiyle birlikte bireylerin farkındalıkları artmış önceleri kilise tarafından ifade edilen kavramların doğruluğu sorgulanır hâle gelmiştir. Söz konusu bu durum ise kilisenin insanlar üzerinde kurmuş olduğu otoriteyi büyük ölçüde sarsmıştır[xvii].
Feodalizm sayesinde elde ettiği güçle birçok toprak parçasını elinde bulunduran ve aristokrat sınıfa mensup olmayan kesimin emeğinden faydalanıp dinî kullanarak onların özgürlüklerini büyük ölçüde kısıtlayan kilisenin yapmış olduğu baskılar, reform hareketinin ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Reform hareketlerinin oluşum sebebi halkın, kilisenin kendi düşünce sistemine göre değil de kutsal kitaba bağlı kalarak hareket etmesini istemesidir. Fakat Katolik kilisesinin söz konusu bu girişimlere sıcak bakmaması ve reddetmesi sonucunda kutuplaşmalar meydana geldiği gibi uzun yıllar sürecek olan din savaşlarına da zemin hazırlamıştır[xviii]. Katolik kilisesinin kendi içinde yaşadığı bu bölünmüşlük, topluma da sirayet etmiş olup insanlar bilimsellikten uzaklaşarak kendilerini çeşitli batıl inançlara kaptırmışlardır. Bu batıl inançların en büyüğü ve neredeyse üç yüz yıl kadar sürecek olan insanlık dışı eylemlerin başında cadılık ve cadı avcılığı gelmektedir[xix].
Cadılık kavramı temelinde modern cadı ve geleneksel cadı olarak ikiye ayrılmaktaydı. Geleneksel cadı;, katliamlara konu olmayan zaman diliminde insanlar tarafından üretilen, gerçek olmayan, hikâyelere konu edilmek için ortaya çıkartılan, genellikle dul bazen de evli olan ekseriyetle kadın, yaşlı, kamburu çıkmış ve kötü görünüşlü bir karakterden ibarettir. Buna karşılık reform hareketleriyle ortaya çıkan din savaşları, 1400’lü yıllarda meydana gelen başta veba salgını olmak üzere kıtlık, sel ya da herhangi bir şekilde ortaya çıkan felaketlerden ve sıkıntılardan sorumlu tutulmak için yeni bir kurban arayışına girilmiştir. Bu arayış sonucunda artık masallara konu olmaktan çıkıp gerçek hayata yerleşen ve birçok kişiye göre büyük bir tehdit unsuru olan modern cadı kavramı ortaya çıkmıştır. Yani insanlar zamanında kendileri tarafından oluşturulmuş bir karakteri yine kendi elleriyle gerçek kılmışlardır[xx] [xxi].
Cadı avcılığı adı altında kadınlara karşı büyük bir savaş açan kilise, ilk cadının Havva olduğunu ifade etmekteydi. Çünkü o, Âdem’in iradesini sakatlayarak büyük bir günah işlemesine sebep olmuştur. Bu durumdan hareketle kilise tarafından kadınların erkeklere her türlü şeyi yaptırabileceği, onları etkileri altına alıp adeta büyüleyerek yoldan çıkartacağı vurgulanmaktaydı[xxii]. Kadınlara karşı suçlamalarını dinî temellere oturtarak insanları ikna etmeye çalışan kilise, kutsal kitaplarda yer alan çeşitli ibareleri de kullanarak ileri sürdüğü tezleri desteklemeyi amaçlamaktadır. İncil’de yer alan ve büyüyle uğraşan kadınların yaşatılmaması gerektiği belirten ifadeler, kilisenin en büyük destek noktası olmuştur[xxiii]. Önceleri kilise tarafından meydana gelen ölümler ya da ortaya çıkan salgın hastalıklar çözüme kavuşturulamaz ve tedavisi mümkün olmayan olaylar olarak tanımlanırken; kadınların sağlık alanında yapmış olduğu çalışmalar sayesinde birçok insanın şifa bulması başlı başına bir ayaklanma olarak algılanmaktaydı. Bu sebepledir ki cadı avcılığının ilk kurbanları ebeler ve doğal yöntemlerle tedavi yapan kadınlar olmuştur[xxiv]. Gerçekten de bakıldığında kadınlar tarafından gerçekleştirilen eylemlerin kilisenin iktidarını sarstığı ve yüzyıllar boyunca süregelen yapıyı bozan nitelikte olduğu görülmektedir.
Doğal tıp alanında kendini geliştiren kadınların medikal faaliyetleri kilise tarafından eğitim şartına bağlanmıştır. Bu durumda eğitim almayan ya da bunu belgeleyemeyen diğer tüm kadınların büyücü olarak kabul edilip cadılıkla yargılanacağı ifade edilmiştir. Ancak dönemin sosyal ve ekonomik yapısına bakıldığında kadınların zaten eğitim almak gibi bir imkâna sahip olmadığı rahatlıkla görülmektedir. Kaldı ki zamanla söz konusu bu sınırlama da ortadan kalkarak özellikle aristokrat sınıfına mensup herhangi bir erkeğin, bir kadın hakkında cadı olduğunu düşünmesi ve onu kiliseye ihbar etmesi bile yeterli bir delil olarak kabul edilmiştir[xxv]. Bir kadının toplulukta ya da sokakta yürürken gülümsemesi, güzel olması hatta sanki tanrıdan af diliyormuş gibi sık sık kiliseye giderek dua etmesi bile onun şeytanla iş birliği yaptığının gerekçesi olarak görülüyor ve cadı olarak yargılanıyordu[xxvi]. Kısacası elle tutulur hiçbir sebebe dayanmadan kadınlar yargılanıyor, türlü işkencelere maruz kalıyor ve en sonunda canlarından oluyorlardı.
Zaman içerisinde cadı avcılığı artık para için yapılan bir etkinlik hâline gelmişti. Cadı olarak kabul edilen kadınların malvarlıklarından en büyük payı kilise alarak hem ekonomik gücünü artırmayı amaçlamış hem de hâkimiyet alanını genişleterek insanlar üzerinde daha baskın hâle gelmeyi hedeflemiştir. Kilisenin aldıklarından arta kalan mal varlığı ve kadına ait değerli eşyalar ise onu yargılamakla görevli hâkim, öldürme işlemini gerçekleştiren cellat ve cadı olarak yargılanmasına neden olan ihbarı yapan kişi arasında paylaştırılmaktadır[xxvii]. Türlü bahanelerle kadınların katledilmesine sebep olan avcılık serüveninde zamanla erkekler de bu katliamın birer öznesi olmuşlardır. Feodalizmin hüküm sürmüş olduğu yerlerde toprak, servet değerindedir. Bir kişinin itibarı, hâkimiyeti altında bulunan toprak parçasıyla ölçülmekteydi. Yeni kıtaların da keşfedilmesiyle birlikte kapitalist sistemin giriş yaptığı feodal topraklarda artık güçlü ve güçlü olmayan arasında adete iktidar savaşı yaşanmaya başlanmıştır. Çoğunlukla cadılık ile yargılanan erkekler ise cadı kadının eşi, çocuğu ya da akrabası konumundadırlar. Bununla birlikte topraklarını genişletmek isteyenler alt edeceklerini düşündükleri erkeklere karşı da çeşitli iftiralarda bulunuyorlardı[xxviii]. Aslında tüm bunların amacı iftira atılan kişinin cadı etkisi altında olduğu iddia edilerek ona ait topraklara el koymaktı fakat bu durumda bile kadınlar bahane ediliyor sanki asıl suçlu onlarmış gibi muamele görüyorlardı.
Pek tabii yaşanan bu olaylara karşı sessiz kalmayan ve karşı çıkan kişiler de bulunmaktadır. Almanya’da yaşayan ve dönemin ileri gelen rahiplerinden olan Friedrich Spee, Cautio Criminalis adlı eserinde kişilerin cadı olarak nitelendirilirken adil davranılmadığı, sorgulamalar ve bunun sonucunda yapılan yargılama faaliyetinin hukuka uygun olmadığını ifade ederek hukuk kurallarının herkesi kapsayan nitelikte ve eşitlikte olmasına rağmen cadılara ilişkin yapılan yargılamada söz konusu hakların yerine getirilmediğini ifade etmektedir. Her ne kadar Spee, o dönem için oldukça muhalif bir yaklaşım sergilemiş olsa da düşüncelerini açıkladığı kitabını kendi adıyla değil baskılara maruz kalmamak ve herhangi bir tehditle karşılaşmamak adına isimsiz olarak yayımlamak zorunda kalmıştır[xxix].
Cadılar şeytanla eş değer tutulduğu için insanî göstergelerin dışında kabul edilen her şey cadılığın göstergesi olmuştur. Kadınlara yönelik sorgulama yapılırken vücutlarında ben ya da herhangi bir lekenin olup olmadığına bakılmakta; çünkü söz konusu lekelerin varlığının kadının şeytanla iletişim kurup kurmadığını kanıtladığı düşünülmekteydi. Bununla birlikte kadınlara suçlarını itiraf ettirebilmek için çeşitli işkence yöntemleri uygulanmaktaydı. Söz konusu işkenceler o kadar ağır bir etkiye sahipti ki içinde bulundukları acıdan kurtulmak isteyen kadınlar en sonunda cadı olduğunu itiraf etmek zorunda kalıyordu fakat bu kez de kendi iradeleriyle cadı olduklarını kabul eden kadınlar yine yakılarak ya da idam edilerek öldürülüyorlardı. Yani kadınlar her durumda ölümle yüzleşmek zorunda kalıyorlardı[xxx]. Sadece feodal beylerin değil, kilisenin de halk üzerinde yapmış olduğu baskı kralın otoritesini ortadan kaldırarak halkın hem ekonomik hem de dinî açıdan bağımlı hâle gelmesine sebep olmaktadır. Toplumsal ayrışmayı bu kadar belirgin kılan feodalite, yönetici ile halk arasında büyük bir sınıfsal farklılığın oluşmasına sebebiyet vermiştir. Söz konusu sınıfsal farklılık halk arasındaki bağı kopardığı gibi milliyetçiliğin oluşmasını da engellemektedir[xxxi].
TARİHSEL BİR KARAKTER OLAN JEANNE D’ARC
Jeanne D’arc’ın Hayatı
Orta Çağ Avrupa’sının insanlar üzerinde yaratmış olduğu tüm bu sıkıntıların yanı sıra Fransa ve İngiltere arasında yüz yılı aşkın süre devam edecek olan Yüz Yıl Savaşları baş göstermiştir. Meydana gelen bu savaş aslında feodalitenin oluşturduğu kopukluğu ortadan kaldırarak bir arada olma yani ulus kavramının da ortaya çıkmasına büyük bir katkı sağlamıştır[xxxii]. İki ülke arasındaki taht mücadelesi, söz konusu savaşı başlatan en önemli nedenlerden biri olmuştur. Mutlak monarşinin hüküm sürdüğü yerlerde tahtın varise devredilmesi ve bu sebeple soyun devamlılığının sağlanması çok önemli bir yere sahiptir. Fransa kralı IV. Charles’ın ölümüyle birlikte yerine geçecek herhangi bir erkek varisi olmadığı için İngiltere kralı III. Edward, Charles’ın dayısı olduğu gerekçesiyle taht üzerinde hak iddia etmiştir. Kendi ülke topraklarının başka biri tarafından yönetilmesini istemeyen Fransızlar, Salic yasalarını gerekçe göstererek her ne kadar III. Edward, IV. Charles’ın dayısı olsa da bir kadının taht üzerinde hak iddia edemeyeceğini bu sebeple de ilgili kadının mirasından bu şekilde faydalanamayacağı ifade edilerek tahta çıkmak için ileri sürülen gerekçenin temelsiz olduğunu belirtmişlerdir. Sonuç olarak meydana gelen tüm bu gelişmeler Yüz Yıl Savaşları’nın başlangıcı niteliğinde olmuştur[xxxiii]. Yüz Yıl Savaşları’nın en hareketli olduğu dönemlerinde tarihe geçecek nitelikte işler yapacak olan Jeanne d’Arc, üç erkek ve bir kız kardeşinin olduğu ailesinin beşinci ve en küçük çocuğu olarak Fransa’nın Domrémy kasabasında dünyaya gelmiştir. Gerek içinde bulunmuş olduğu toplum yapısı gerekse de ailesinin maddi durumu çok iyi olmadığı için okula gidemeyen Jeanne d’Arc, temel ve dinî eğitimlerini ailesi tarafından almıştır. Düzenli olarak kiliseye giden Jeanne, çevresi tarafından dindar, yardımsever ve güler yüzlü olarak nitelendirilen bir kızdır. İngiltere ile yaşamış olduğu gerilimler sebebiyle sürekli olarak savaş tehdidi altında olan Fransa’da, en ücra kasabada yaşayan aileler bile can güvenliklerini korumak adına hazırlıklı bir bekleyiş içindeydiler. Öyle ki kimi zaman bazı askerler ya da savaş mağdurları Jeanne’ın yaşamış olduğu Domrémy kasabasına gelerek köylülerden yatak, yiyecek gibi temel ihtiyaç gereksinimlerini talep ediyorlar ve kasaba halkı da onların bu ihtiyacına cevap veriyordu. Bu durum Jeanne için savaşın nasıl sonuçlar doğurabileceği konusunda büyük bir örnek teşkil etmekteydi[xxxiv].
Sadece pazar günü yapılan ayinlere bağlı kalmadan hafta içinde de düzenli bir şekilde kiliseye giderek dua eden Jeanne d’Arc, on üç yaşına geldiğinde yine bir kilise dönüşü Tanrının kendisiyle ilk kez o gün iletişim kurduğunu ifade etmektedir. Belirli aralıkla tekrar eden bu durum genç kızın karakterinde de büyük bir değişim yaratmıştır. Tarihsel kaynaklara bakıldığında Jeanne, kendisiyle iletişim kuran kişilerin Azize Margaret ve Azize Catherine isimli melekler olduğunu ve ona zamanı gelince ailesinden, kasabasından ayrılarak Fransa’yı kurtarmak için Orléans’a gitmesi gerektiğini söylediklerini ifade etmiştir. Var oluş sebebinin büyük bir amaca dayandığını idrak eden Jeanne, yaşamış olduğu zamanın şartlarını göz önünde tuttuğunda içinde bulunduğu durumu ailesine açıklayamamıştır. Fakat kendisinden istenilen görevleri yerine getirmesi için de kasabadan ayrılması gerekmektedir. Jeanne, içinde bulunduğu çıkmazdan yaşadıklarını o dönem çavuş olan dayısı Durand Lexart’a anlatarak kurtulmak istemiştir. Küçük kızın dayısından istediği tek şey, kasabadan ayrılmasına yardımcı olması ve kendisini VII. Charles’ın komutanı olan Robert de Baudricourt ile görüştürmesidir. Lexart yeğenin anlattıları karşısında büyük ölçüde tereddüte düşse de ve tüm bu yaşananlara anlam veremese de o zamanlar Fransa gerçekten umutsuz bir durumda olduğu için küçük kızın talebini yerine getirerek komutanla görüşmesini sağlamıştır[xxxv].
Komutanlık Süreci
Ortalama bir boy, siyah saç ve gözlere sahip, hitabeti güçlü olan bu kız görünüşte kendinden emin duruşuyla komutanın dikkatini çekmeyi başarmıştır. Jeanne, başından geçenleri anlatırken Robert, içten içe söylediklerine ikna olsa da onun psikolojik durumunu test etmesi için papazla görüşmesini ister. Neredeyse bir ay boyunca kilise gözetiminde kalarak papazın ve onun görevlendirmiş olduğu din adamlarının aklî dengesinin yerinde olup olmadığına ilişkin sormuş oldukları soruları başarılı bir şekilde cevaplayan Jeanne, kralın karşısına çıkacak seviyeye gelmiş olsa da hâlâ geçmesi gereken son bir sınav daha vardır. Karşılaşma seremonisinden önce VII. Charles’a tanınmaması için başka bir askerin üniforması giydirilerek neredeyse üç yüz kişinin bulunduğu sarayda ilahî sesler duyduğunu iddia eden genç kızın, gerçekten hayatında hiç görmediği birini bulup bulamayacağı test edilmek istenmiştir. Onca kalabalığın içerisinde sanki önceden görmüş ve nerede olduğunu biliyormuşçasına hareket eden Jeanne, rahatlıkla kralı bularak kalabalığı şaşkına çevirmiştir. İleriki yıllarda bu durum küçük kıza sorulduğunda on üç yaşındayken karşısına çıkan ilahî güçlerin yine kendisine o gün yardım ettiklerini ifade etmiştir. Gerek dayısına gerekse de komutan Robert’a söylediği ifadelerin aynısını kralın yüzüne karşı da söyleyen Jeanne, Fransa’yı İngiliz kuşatmasının altından kurtaracağını ve ona Reims şehrinde düzenlenen törenle bizzat taç giydireceğini belirtmiştir. Kendinden önceki kişiler gibi durumu aynı şaşkınlıkla karşılayan kral, karşısında bulunan on yedi yaşındaki genç kızın kendinden emin duruşundan, tavırlarından etkilenerek aynı zamanda ülkesinin de bir çıkmazın içinde olduğunun farkında olarak Jeanne’ın Tanrı tarafından kendilerine gönderilmiş bir kurtarıcı olabileceğini düşünmüştür[xxxvi]. Ekim ayından beri işgal altında olan Orléans’a karşı sefer başlatmadan önce Jeanne, hem usulen hem de kendisini tanımak amacıyla İngiltere kralına bir mektup yollamıştır. Mektubun içeriğinde; ordularını geri çekmezlerse yenilgiye uğrayacaklarını ancak teslim olursa kendilerine merhametli davranılacağını ve Tanrıdan almış olduğu güç sayesinde ne olursa olsun İngilizlerin Fransa’yı ele geçirmesine izin vermeyeceğini belirtmiştir. Bir kadın tarafından hele de on yedi yaşındaki genç bir kız tarafından bu şekilde uyarılan İngiliz halkı, duruma oldukça tepki göstererek yaklaşmışlar ve askerî baskılarını artırmışlardır[xxxvii].
Kendisine verilen orduyla birlikte Orléans’a doğru yola çıkan Jeanne d’Arc, boş bulduğu her vakitte askerlerle ya da tek başına kılıç antrenmanları yapmakta ve uyurken bile silahıyla birlikte uyumaktaydı. Güçlü bir bedene sahip olan Jeanne, askerî yaşamın zorlu koşullarına sanki hep içindeymiş gibi rahatlıkla uyum sağlamıştır. Birlikteki düzeni sağlamak adına askerlere yönelik düzenli aralıklara talim yapma, ahlâk dışı sözcükleri kullanmama ve ele geçirilen şehirleri yağmalamama şeklinde getirmiş olduğu belirli kurallar, ordu içerisindeki yerini sağlamlaştırdığı gibi insanların kendisine karşı saygı göstermesini de sağlamıştır. Jeanne, sadece on günde İngilizlerin kuşatması altında olan ve Orléans’a giden güzergahta bulunan köprü, kale gibi yerleri karşılarına çıkan küçük birliklerle savaşarak ele geçirmiştir. Tüm bu gelişmeler ordunun moralini artırdığı gibi Jeanne’a olan saygının da güçlenmesini sağlamıştır. Zamanı iyi kullanmak ve kısa sürede Orléans’a gitmek isteyen Jeanne’ın şehre nehir üzerinden ulaşma kararı şaşkınlıkla karşılanmıştır. Çünkü herhangi bir sebeple oluşacak olan küçük bir aksaklık, yağmur yağması veya rüzgârın ters esmesi tüm planları alt üst eden bir etkiye neden olacaktır. Fakat sürekli kazanmaya odaklanan ve hedefini gerçekleştirmek için gözü kara bir şekilde hareket eden Jeanne için böyle bir olasılık mümkün bile değildir. Nitekim şanslarının yaver gitmesiyle rüzgârın şiddetlenmesi gemilerin hızlı bir şekilde hareket etmesine imkân tanımıştır. Her ne kadar İngilizler Jeanne ve ordusunu fark etmiş olsa da hava durumu onlardan yana olduğu için gemiler söz konusu saldırılardan ve top atışından etkilenmeden hedefe ulaşmışlardır[xxxviii].
Türlü savaş tekniklerini uygulayarak başarıya ulaşan Jeanne, İngilizlerin genç bir kıza yenilmesine neden olarak kabullenmesi zor bir tarihî olaya imza atmıştır. Bu sebeple Jeanne hakkında birçok iddia ileri sürülmüştür. Öyle ki ilahî güç altında hareket ettiğini söyleyen bu kızın ancak cadı olabileceği dedikodusu bütün şehre yayılmıştır. İnsanlar tarafından aksi bir başarı hâli mümkün görülmemiştir. İngilizlere göre Jeanne, bütün zaferlerini yapmış olduğu büyüler sayesinde elde etmiştir. Birçok kişi tarafından dillendirilen tüm bu eleştirileri görmezden gelen küçük kızın geriye kalan son görevi, vaad ettiği gibi VII. Charles’a taç giydirmektir. Nitekim Fransa’yı stratejik açıdan avantajlı hâle getiren Jeanne, yanında kralın olduğu büyük bir ordu kafilesiyle Reims’e gelerek düzenlenen törenle kralın karşısında diz çökmüş; bütün amaçlarını gerçekleştirdiğini ve tanrının emirlerini yerine getirmekten mutluluk duyduğunu belirten kısa konuşmasıyla insanların gözünde artık tam bir asker hatta komutan olmuştur[xxxix].
Askerî açıdan bunca başarı yaşanırken VII. Charles’ın babası VI. Charles, herkes tarafından bilinen bir akıl hastalığına sahiptir. Belirli aralıklarla geçirmiş olduğu sinir krizlerinde birçok zaman çevresindeki insanlara zarar vermiş hatta bu sinir krizleri esnasında yanında bulunan askerlerin ölümüne de sebep olmuştur. Sürekli olarak duygu durumunda bozukluklar yaşayan kral, psikolojik buhranlarının dışında gayet sakin ve bilge bir kişiliğe sahiptir[xl]. Babası hakkındaki bilinen gerçekler kendisi için bir yük haline gelen VII. Charles, doğduğu andan itibaren sürekli olarak Fransız halkına yeterli ve güçlü görünme gayreti içinde olmuştur. Ortaya çıkan bu küçük kız ise kralın bütün endişelerini bir kenara atarak tekrar ayaklanmasını sağladığı gibi en sonunda çok istediği ülke tacını da takmasına vesile olmuştur. Fakat tarihsel kaynaklara bakıldığında VII. Charles’ın da tıpkı babası gibi değişkenlik gösteren bir ruh hâline sahip olduğu ifade edilmektedir. Jeanne’ın krala bu kadar yakın olması çevresinde bulunan insanları rahatsız etmiş, ortada her ne kadar başarılı bir durum olmuş olsa da tüm bu başarının asker olmayan, yaşı küçük olan hatta bir kız tarafından gerçekleştirilmesi Fransa halkı açısından da kolay kabul edilememiştir. Kralın psikolojik sıkıntılarının farkında olan danışanları Jeanne’ın tehlikeli biri olabileceğini ve çok fazla bir arada olmamaları gerektiği ifade ederek uzaklaştırma politikası izlemişlerdir. Nitekim kendisine yapılan psikolojik baskıların etkisinde kalan ve zaten kral olma amacına ulaşan VII. Charles, Jeanne ile sınırlı bir iletişim kurmaya başlamıştır[xli].
Askerî açıdan avantajlı hâle gelen ülkesinin yerini sağlamlaştırma gayesinde olan Jeanne, Paris’in tamamıyla Fransa’nın egemenliğine girmesi için bir savaş planı hazırlamaktaydı. Yönetimle eskisi gibi ilgilenmeyen VII. Charles, Jeanne’ın savaş stratejisiyle ilgilenmemesine rağmen herhangi bir taarruz hareketinde ordularını yardım için küçük kızın emrine göndereceği güvencesini vermiştir. Söz konusu askerî güvenceyle hareket eden Jeanne, yeterli sayıda askeri olmamasına rağmen Paris’e yapılan çıkartmada karşı birliklerin fazla olduğunu fark edince kraldan takviye istemiş fakat Charles, Jeanne’ın yardım çağrısına cevap vermediği gibi savaşan birliklerinin geri çekilmeleri konusunda talimat vermiştir. Bir taraftan komutan Jeanne ve kralın emirleri arasında kalan ordu pek tabii krala itaat etmeyi tercih etmişlerdir. Tüm bu gelişmeler ve Paris çıkartması, Jeanne’ın hayatında aldığı ilk ve son askeri yenilgi olmuştur. Savaş sırasında Jeanne d’Arc tutsak olarak düştüğü gibi mücadele başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Bunca zaman uzaktan iletişim kurdukları ve kim olduğunu tam olarak bilmedikleri İngilizler, söylenen bütün rivayetlerin gerçek olduğunu fark etmiş ve karşılarında gördükleri on sekiz yaşındaki genç kız çocuğu onları şaşkına çevirmiştir[xlii]. Fransa’nın tarihini değiştiren bir etkiye sahip olan komutan Jeanne d’Arc, ilk önce Burgonya dükü tarafından esir olarak alınmıştır. Neredeyse beş aya yakın bir süre boyunca tutsak olan kıymetli askeri, Kral Charles geri alabilmek için herhangi bir girişimde bulunmamıştır. Bu durumdan faydalanan İngilizler ise yüklü bir miktar para karşılığında Jeanne’ı satın alarak onu kendi tutsakları hâline getirmişlerdir. Fransızlar tarafından siyasî ve askerî açıdan çok önemli kişiler tutsak edilmişken İngilizlerle yapılacak bir pazarlık sonucunda belki de kolayca özgürlüğüne kavuşacak olan genç kızı kurtarmak için ilginç bir şekilde harekete geçilmemiştir[xliii].
Yargılama Süreci
İngilizler tarafından Jeanne’ın tutsak edilmesinin ana sebebi, yenilgilerinin sorumlusunu alt etmek istemeleriydi fakat söz konusu bu yenilgi on dokuz yaşına yeni girmiş bir kız tarafından gerçekleştirilince işin boyutu değişmiştir. Çünkü onlara göre tüm bunları tek başına yapan, koca bir orduyu tek başına idare eden küçük kızın elde ettiği başarı kendi başarısı olamazdı. Orta Çağ Avrupası’na göre bu ancak büyücü ya da cadı tarafından gerçekleştirilen bir zafer olabilirdi. Jeanne, şeytanın etkisinde bir cadı olarak kral VII. Charles’a taç giydirmiş ve aslında İngilizlerin hak etmiş olduğu koltuktan onları mahrum etmişti yani Jeanne tarafından Fransızlara verilen taht, aslında bir cadı tarafından verildiği için kutsal değerlere aykırıydı. Yaşanan tüm bu olayları kendi çıkarlarına göre değerlendiren İngilizler, Kral VII. Charles’ın tacı büyücülükle elde ettiğini ileri sürüyorlardı. Bu sebeple ki Jeanne bir asker olarak değil bir cadı olarak yargılanmaktaydı. Kilise, ileri sürmüş olduğu iddialarında haklılığını kanıtlamak için bütün yollara başvurmuş hatta Jeanne’ın doğduğu kasabaya giderek orada yaşayan kişilerle iletişim kurmuş ve ifadelerini almıştır. Fakat hiç kimse Jeanne d’Arc’ın küçüklükten bu yana herhangi bir olağan dışı hareketini görmediklerini onun cadı olduğunu düşünmediklerini beyan edince istenilen amaca ulaşılamamıştır[xliv].
En başından beri hukuka uygun olmayan şekilde yargılanan küçük kız, kilisenin hapishanesinde olması gerekirken erkek gardiyanların bulunduğu kiliseye bağlı olmayan başka bir yerde tutsak hâlde bekletilmekteydi. Bununla birlikte Jeanne’a kendini savunması için avukat tutulmasına da izin verilmemiştir. Yargılama faaliyeti neredeyse beş aydan fazla süren Jeanne d’Arc, başlangıçta yetmiş maddelik bir suç listesiyle yargılanırken yapılan araştırmalar ve elde edilen beyanlar sonucunda bu sayı zamanla on iki adet suça indirgenmiştir[xlv]. Jeanne, aralıksız her gün, günde en az dört saat olacak şekilde sorgulanıyor ve çapraz sorgu tekniğiyle aynı sorular kendisine farklı tarzlarda sorularak kafasının karışması hedefleniyordu. Fakat küçük kızın buna rağmen vermiş olduğu cevapların hepsinin bütünlük hâlinde olması, yöneltilen soru ve davranışların daha da şiddetli hâle gelmesine neden olmaktaydı. Soruların en kritiği; kilisenin yapmış olduğu yargılamaya boyun eğip eğmeyeceğinin Jeanne’a sorulması olmuştur. Küçüklükten beri düzenli olarak kiliseye gidip dinî görevlerini yerine getiren kızın kiliseyi tanımaması ve ona saygı duymaması mümkün değildir. Fakat Jeanne, tüm bu eylemleri Tanrının isteğiyle gerçekleştirmiş, bahsetmiş olduğu ilahî sesler ona Tanrı aracılığıyla ulaşmıştır. Bu sebepledir ki yargılaması ancak Tanrı tarafından yapılabilecektir. Yani o, sadece Tanrıya hesap verecektir[xlvi]. Aslına bakıldığında Jeanne’ın bu cümleleri kiliseye bir başkaldırı niteliğindeydi çünkü Jeanne sadece Tanrıya sığındığını, aracı hiç kimseyi bu ilişkiye dâhil etmediğini belirtmekteydi.
Jeanne d’Arc, yargılamalara konu olmadan önce çevresindeki insanlar tarafından saygı duyulan biri olduğu için cadı olarak değil medyum olarak anılmaktaydı. Kilise, bu düşünce üzerinden yola çıkarak cadı olmadığını ve meleklerle iletişim kurduğunu iddia eden Jeanne’ın herhangi bir mucizevi olay gerçekleştirmesini istemişlerdir. Kilisenin isteği doğrultusunda anlık, olağanüstü bir hareket gösteremeyen küçük kız, söz konusu bu talebe cevap veremese de onlara geliş amacının Charles’ı kral yapmak olduğunu nitekim görevini tamamladığını ifade etmiştir. Kilise için yeterli olmayan bu cevaptan sonra Jeanne’ın Tanrıyla hiçbir bağı olmadığı bilakis Tanrıyı kullandığı ileri sürülmüştür[xlvii]. İlahî sesler duyduğunu iddia ederek kendi kafasında yaratmış olduğu bir kurguyla tek başına ailesinin yanından haber vermeden ayrılan küçük kız, cadı olmasının yanı sıra ayrıca babasının otoritesini sarsarak büyük bir suç işlemiştir. Fakat tüm bunların yanı sıra en büyük suçu, erkek kıyafetleri giymesidir. Aslında Jeanne’ın erkek kıyafetleri giymesindeki tek amacı, komutanlık görevini yürütürken kadın olduğu için bedeninin erkekler tarafından ön planda tutulmasını engellemektir. Bununla birlikte tutsak edildiği hapishanede hiçbir kadın görevlinin olmaması ve erkeklerin Jeanne’a kötü sözler sarf etmesi üzerine de Jeanne, kıyafetlerini çıkartmak istememiştir. Ancak Orta Çağ Avrupa’sında bir kadının kendi cinsine ait kıyafetleri giymemesi ve adeta karşı cinse özeniyor gibi onlara ait kıyafetleri giymesi en büyük günahlar arasında kabul edilmektedir[xlviii].
Aralıksız, uzun süre devam eden yargılamaların yoğunluğundan yorgun düşen, yeterli beslenme ve barınma imkânına sahip olmayan Jeanne, hapishanedeyken ağır bir hastalık geçirmiştir. Kilisenin talimatıyla sağlık görevlileri ona sanki cadılıkla yargılanan biri değilmiş gibi çok iyi bakarak ilacını ve kontrollerini aksatmadan yerine getirmiş çünkü hiç kimse Jeanne’ın kendi eceliyle ölmesini istememiştir. Kilisenin talimatı üzerine o, ancak yapılan yargılamalar neticesinde haksız bulunacak ve suçlu olduğu için ölmek zorunda kalacaktır[xlix].
Jeanne’ın kiliseyi tanıması için son çare olarak işkence yoluna gidilmiştir fakat küçük kıza hiçbir zaman tam anlamıyla işkence edilmemiştir. Tüm bu hazırlık onu sadece korkutmak ve kiliseye tabi olduğunu kabul etmesi için yapılmış bir oyundan ibarettir. Kaldı ki işkence aletlerini görmek de Jeanne üzerinde herhangi bir etki yaratmamış o hâlâ sadece Tanrıya bağlı olduğunu ve ondan geleni kabul edeceğini ifade etmiştir. Eldeki bütün yollar tükendikten sonra yapılacak tek şey artık Jeanne’ı infaz etmek olmuştur. 23 Mayıs günü Saint Quen mezarlığında Jeanne’ın yakılması için gerekli tüm hazırlıklar yapılmış, son kez kral Charles hakkında aşağılayıcı şeyler söylense de küçük kız o hâldeyken bile kralını savunmuş ve onun Tanrı tarafından kutsanmış biri olduğunu söylemiştir. Eğer Jeanne, kral hakkında olumsuz bir şey söyleseydi bu durum kilisenin yararına olacaktı. Çünkü bu kez Jeanne’ın suçlarına ayrıca kendi ülkesine ihanet de eklenecekti fakat istenilen hiçbir zaman gerçekleştirilemedi. Kilise, Jeanne’a dinden çıkartılacağını söyleyince bütün hayatını inandığı değerlere adayan küçük kız, kendisine yapılanlara daha fazla dayanamadı ve kilisenin ona hazırlamış olduğu sözleşmeyi imzalayarak erkek kıyafetlerini çıkartmayı, kilisenin emirlerine uymayı ve tüm yaptıklarının bedelini kiliseye ödemeyi kabul etti. Bu durum halk tarafından hiç hoş karşılanmamıştı çünkü herkes o gün Jeanne’ın ölümünü izlemek için toplanmıştı. Jeanne zaten önünde sonunda idam edilecekti. Bunların hepsi kilisenin kayıtlara iyi niyetli olarak geçmesi için yapılmış planlardı[l].
Pek tabii yaşanan gelişmeler Jeanne’ın sadece yakılarak öldürülmesine mâni olmuştur. O hâlâ ömrü boyunca hapiste kalmak zorundaydı. Hapishanedeki ikinci haftasını tamamlamamışken yanına gelen gardiyanlar, kendisine eskiden giymiş olduğu komutan zırhı olan erkek kıyafetini tekrar giymesi gerektiğini emretmiştir. Jeanne, bunun ne anlama geldiğini bildiği için kabul etmemiş ancak bu başkaldırı Jeanne’ın üstündeki kıyafetler de elinden alınarak hücresinde bir süre çıplak bir şekilde ortada kalmasına sebep olmuştur. Soğuk havaya ve aşağılanmaya daha fazla dayanamayan küçük kız, en sonunda erkek giysilerini giymeyi kabul etmiştir. İmzalamış olduğu sözleşmeyi ihlâl eden Jeanne, kilisenin iradesini yok saymış ve artık geri dönülemeyen bir yola girilmiştir. Takvimler 30 Mayıs’ı gösterdiğinde Jeanne için meydanda gerekli hazırlıklar yapılarak metrelerce yükseğe konulan çok sayıda odunla küçük kızın ölümü garanti altına alınmış ve herkesin izleyebilmesi için geniş bir alan kurulmuştur[li].
Jeanne d’Arc, Fransa’yı temsil eden, ona büyük bir özgürlük kazandıran genç komutan, on dokuz yaşında kiliseye karşı gelmek, erkek kıyafeti giymek ve en önemlisi cadı olmakla suçlanarak binlerce kişinin gözleri önünde yakılarak can vermiştir.
SONUÇ
Kabullenilmiş ve alışılmış olanın aksi şeklinde hareket eden bireyler, toplum içinde çoğu zaman dışlanmış ve çeşitli ayrımcılığa maruz kalmıştır. Kendilerine ait toplumsal dayatmalara maruz kalmak istemeyen kadınların ise tarih sahnesinde en acı çektiği dönemlerden biri şüphesiz Orta Çağ Avrupa’sı olmuştur. Yargılama hakkının ihlâl edildiği, savunma hakkının engellendiği en önemlisi de keyfî şekilde uygulanan yaptırımlar tarihin sayfalarında yerini almıştır.
Yazıya konu olan olaylardan da yola çıkarak toplumsal sorunların temelini bireylerin birbirlerine karşı üstünlük kurma çabası olduğunu söylemek mümkündür. Söz konusu bu çaba zaman içerisinde mücadeleye dönüşerek toplumların yapısını sarsacak bir kuvvete bürünmüştür. Sorgulama güdüsü, verilenle yetinmeyip araştırmaya olan bağlılık, bizleri bir arada tutan ve gelişme göstermemizi sağlayan olgulardan bazılardır. İnsanoğlu, hayatta kaldığı müddet boyunca içinde bulunmuş olduğu her durumu sorgulamalı, kendine ders çıkarmalı ve yoluna elde ettiği deneyimlerle devam etmelidir. Toplumun düşünce yapısını etkileyen güç faktörleri kimi durumlarda bireylerin bir arada olmasına ket vurarak histerik kararlar alınmasına neden olabilmektedir. Orta Çağ Avrupa’sındaki kilise yapısı ve feodal düzen bunun göstergelerinden biridir. Bu sebepledir ki bir toplumun özünü zedeleyen, ona zarar veren her türlü düşünce ve eylemden uzak durularak ortak kültürel değerlerin oluşturulması gerekmektedir. Feodalizmin getirmiş olduğu toprağa bağlı hiyerarşi ve kilisenin siyasî yapının içine girmesiyle birlikte meydana gelen toplumsal bölünmüşlük kültürel açıdan yeterince gelişmemiş; halkın çelişkiler içinde kalarak birçok yanlış karar almasına sebep olmuştur. Bilimin ve farklı kültürlerin getirmiş olduğu çok yönlülük ise bu zamanda kadar kalıbından tam olarak çıkamamıştır ve Orta Çağ toplumu için kabul edilmesi zor olmuştur. Yeniliklerin getirmiş olduğu gerçeklikleri benimsemekten korkmayan kadınlar ise cadı olarak nitelendirilerek çeşitli işkencelere maruz kalmış ve asimile edilmeye çalışılmıştır. Söz konusu yazıda anlatıldığı gibi Yüz Yıl Savaşları üzerinde büyük bir etkiye sahip olan on dokuz yaşında tarihe geçmiş kadın karakter komutan Jeanne D’Arc, hukuka aykırı, toplumsal vicdana uymayan şekilde yargılanan ve cadı olduğu öne sürülen kadın örneklerinden sadece biridir. Onun hayatı, Orta Çağ Avrupa’sında bulunmuş ve hayatın her alanında yer almak isteyen kadınların yaşamış olduğu çağı özetlediği gibi günümüze de ışık tutmuştur.
Görüldüğü üzere insanları yaptıkları işe, cinsiyetlerine ya da seçmiş oldukları başkaca yollara göre yargılamak pek çok zaman insanlık dışı eylemlerin oluşmasına sebebiyet vererek bizleri daha da çok ayrıştırmıştır. Bir aradalığın bu kadar önemli olduğu dünyada ise bizlerin ne olursa olsun histerik duygulara ve dayanağı olmayan yaptırımlara kapılmadan temel hak ve özgürlüklere bağlı kalmaya devam ederek toplumsal bütünlüğümüzü bir tutmamız gerekmektedir.
Sradha Vadher
KAYNAKLAR
- [1] ÖZKAN, Murat Sultan, “Orta Çağ’da Batı Dünyasında Otoritenin Sorunsallığı Tarihi ve Felsefi Bir Çözümleme”, Kafkas Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Yıl: 2017, Cilt: 4, Sayı: 8, (s. 94 – 134).
- [2] Feodalite. (t.y). Türk Dil Kurumu güncel Türkçe sözlük içinde. Erişim adresi: https://sozluk.gov.tr
- [3] AKBULUT, Örsan Ö. “Kapitalizm ve Uluslaşma”, Amme İdaresi Dergisi, Yıl:2014, Cilt 47, Sayı 3, (s. 19 – 42).
- [4] ÜLGEN, Pınar, “Orta Çağ Avrupasında Feodal Sisteme Genel Bir Bakış”, Mukaddime Dergisi, Yıl: 2010, Cilt: 1, Sayı:1, (s. 1 – 18).
- [5] TEKİN, Segâh / SİPAHİ, Esra Banu, “Kent, Yönetim, Din, Siyaset ve Düşünce Bağlamında Orta Çağ Avrupasına İlişkin Genel Bir Değerlendirme”, Tarih Okulu Dergisi, Yıl: 2014, Sayı: XVI, (s. 189 – 219).
- [6] ÖZDEMİR ALTINAY, Meltem / KIZILIRMAK, İsmail, “Tüketicilerin Destinasyon Seçim Tutumları ile Etnosentrik Tutumları Arasındaki İlişkinin Değerlendirilmesi”, Güncel Turizm Araştırmaları Dergisi, Yıl: 2019, Cilt: 3, Sayı: 2, (s. 176 – 201).
- [7] TEKİN / SİPAHİ, 2014, s. 201.
- [8] AKALIN, Kürşat Haldun, “Hıristiyanlığa Aktarılmış Ritüeller Olarak İsis Kültündeki Vaftiz ve Günah Çıkartma Ayinleri”, Atatük Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Yıl: 2014, Sayı:42, (s. 42 – 76).
- [9] ÖZKAN, 2017, s. 108.
- [10] ÖZKAN, 2017, s. 110.
- [11] BOZKURT, Emrah, Avrupa’da Aydınlanmacılık Hareketi’nin Ortaya Çıkışı, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Trabzon, Karadeniz Teknik Üniversitesi, 2018.
- [12] GENÇ, Özlem, “Orta Çağ Avrupasında Kadın”, Orta Çağda Kadın, (der. Ç. Altan, vd.), 1. Basım, Lotus Yayınları, İstanbul, 2011, (s. 7 – 337).
- [13] AFŞAR, Bilge / ÖĞREKÇİ, Süleyman, “Tarihsel Süreçte Kadının Gelişimi ve Ekonomideki Rolü: Toplayıcı Kadından Günümüz Kadınına Dönüşüm”, Sosyal Bilimler Meslek Yüksekokulu Dergisi, Yıl:2015, Cilt:17, Sayı:1, (s. 65 – 86).
- [14] Canik Belediyesi, Geçmişten Günümüze Şehir ve Kadın, Samsun, 2016.
- [15] Berktay, Fatmagül, “Avrupa’da Cadılık ve Cadı Avı: Çok Katmanlı Bir Karanlık Tarihsel Olgu”, Doğu/Batı Düşünce Dergisi, Yıl: 2018, Sayı:84, (s. 57 – 84).
- [16] AKSAN, Yücel, “1450-1750 Yılları Arasında Avrupa’da Cadılık”, Tarih İncelemeleri Dergisi, Yıl: 2013, Cilt: 28, Sayı: 2, (s. 355 – 368).
- [17] Berktay, 2018, s. 58.
- [18] ESEN, Salihe, “Karşı Reform Hareketi ve Dominikenler”, Dini Araştırmalar Dergisi, Yıl: 2017, Cilt: 20, Sayı:52, (s. 111 – 130).
- [19] Aksan, 2013, s. 357.
- [20] EMİROĞLU, Kudret / AYDIN, Suavi, Antropoloji Sözlüğü, 1. Basım, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara, 2003.
- [21] AKIN, Haydar, Geç Ortaçağ Avrupası Halk Geleneğinde Zararlı Büyü Pratikleri ve Orta Asya Şamanizminde Büyücülük – Sihirli Sağaltımlar: https://www.academia.edu (erişim tarihi: 13.01.2021)
- [22] GENÇ, 2011, s. 271.
- [23] KARAKÜÇÜK ARSLAN, Suna, “Korkunun Kadınları: Cadılar ve Cadıcılık”, Sosyoloji Araştırmaları Dergisi, Yıl: 2010, Cilt: 13, Sayı:2, (s. 41 – 64).
- [24] Aksan, 2013, s. 360.
- [25] GENÇ, 2011, s. 271.
- [26] Aksan, 2013, s. 362.
- [27] Aksan, 2013, s. 361.
- [28] Berktay, 2018, s. 59.
- [29] AKIN, Haydar, “Cadı Avı Karşıtı Yazının Zirvesinde: Friedrich Spee ve Cautio Criminalis”, Tarih Okulu Dergisi, Yıl: 2017, Cilt: 10, Sayı:32, (s. 675 – 715).
- [30] Aksan, 2013, s. 363.
- [31] AKBULUT, 2014, s.25.
- [32] ERKUL, İbrahim Çağrı, “Britanya İmparatorluğu’nun Kuruluşunda Tudor Hanedanı’nın Etkisi”, International Journal Of Eurasia Social Sciences, Yıl: 2016 Cilt: 23 Sayı: 7, (s. 152 – 171).
- [33] LEWİS, Jone Johnson, Salic Law and Female Succession, https://www.thoughtco.com/salic-law-overview-3529476 (erişim tarihi 11.03.2017).
- [34] YILMAZ, Tuğçe Gözde, Tarihsel – Tiyatral Kişilik İlişkisinin Jeanne D’Arc Konulu Oyunlara Yansıması, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İzmir, Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Enstitüsü, 2010.
- [35] O’REİLLY, Donald, Hundred Years’ War: Joan of Arc and the Siege of Orléans, https://www.jeanne-darc.info/articles-essays/hundred-years-war-joan-of-arc-and-the-siege-of-orleans/ (erişim tarihi 03.06.2021)
- [36] YILMAZ, 2010, s. 37.
- [37] GENÇ, 2011, s. 285.
- [38] O’REİLLY, (Hundred Years’ War: Joan of Arc and the Siege of Orléans).
- [39] YILMAZ, 2010, s. 47.
- [40] BOS, Joan, Charles VI of France, http://madmonarchs.guusbeltman.nl/madmonarchs/charles6/charles6_bio.htm (erişim tarihi 09.12.2011)
- [41] YILMAZ, 2010, s. 48.
- [42] YILMAZ, 2010, s. 49.
- [43] CHECK, Christopher, Peasant Girl to Battlefield Commander St. Joan of Arc and the Hundred Years’ War, https://www.jeanne-darc.info/articles-essays/peasant-girl-to-battlefield-commander/ (erişim tarihi 01.06.2016)
- [44] YILMAZ, 2010, s. 50.
- [45] DİTTMAN, Mark, Jeanne d’Arc’s story by Catholic Encyclopedia, https://www.jeanne-darc.info/articles-essays/jeanne-darcs-story-by-catholic-encyclopedia/ (erişim tarihi 01.06.2016)
- [46] YILMAZ, 2010, s. 59.
- [47] YILMAZ, 2010, s. 61.
- [48] DİTTMAN, (Jeanne d’Arc’s story by Catholic Encyclopedia).
- [49] YILMAZ, 2010, s. 64.
- [50] DİTTMAN, (Jeanne d’Arc’s story by Catholic Encyclopedia).
- [51] YILMAZ, 2010, s. 69.
Tarihin Orta Çağ yapraklarından, Avrupa’yı konum belirleyerek; toplum, hukuk, cinsiyet eşitsizliği ve kültler üzerine yazılmış, ilgili tarihlerde gerçekleşmiş olan hadiselerden çıkarılan derslerle günümüze atıf yapılmış oldukça bilgilendirici bir makale. Yazarın başarısını taktir eder ve devamını dilerim.