Dünyanın köklü orkestralarında, onlarca şehirde çalıştınız; müzik kariyerinizi ve dönüm noktalarınızı anlatabilir misiniz?
En önemlisi bence on dokuz gibi geç bir yaşta, tamam ben işte mühendislik okuyorum altı aydır ama bunu bırakacağım, yepyeni bir şeye geçeceğim demem en önemli bir şey. Ben hayatımı müzik ile geçireceğim, diyebilmek. Bu müzik öğretmenliği olur, bestecilik olur, orkestra şefliği olur, neyse. Müziğin içinde olmaya karar vermek, bence en önemli kırılma noktasıydı. Ondan sonra İngiltere’de üniversitedeyken hepimizin birinci sınıfta şöyle biraz okul orkestrasını yönetme şansımız vardı. Ve o zaman da şeyi hatırlıyorum, ya ben bu işte biraz yeteneğim var, o ne demekse, yetenek aslında tek başına hiçbir şey demek değil. Çünkü çok zorunlu bir öğrenme süreci ve deneyim edinme süreci var, bu meslekte. Unutmuyorum ki orkestra şefinin orkestrası olmadığı zaman elinin altında, bu piyano çalışmasını bekleyen veya beklediğimiz; keman çalışını geliştirmesini beklediğimiz kemanı olmayan bir kemancı gibiyiz aslında. Dolayısıyla düşe kalka, insanların önünde hata yapa yapa, bol bol rezil ola ola öğrenilen bir şey. Fakat önemli olan, o ilkokul orkestrasında deneyimimde, ya ben bunu yapmak istiyorum ve galiba yapabiliyorum, yapabileceğim gibi bir his, o tuhaf bir şey aslında. Çünkü bir sürü öğrenci var. Bakıyorsunuz işte, birkaç kişi bir şeyler yaptığı zaman, orkestra onu daha bir ilgiyle izliyor. Bu biraz şeyle, biraz karizma, biraz çok fazla inanmadığım ama o kablosuz iletişim; insanlar arasında öyle bir şey olduğunda olabildiğine de inanıyorum. Bir enerji alışverişi çünkü birlikte müzik yapmak, her şeyden önce.
Ondan sonra ilk defa opera yönetişim Londra’da konservatuvarda master yaparken, ilk opera yönetişim çok önemli bir dönüm noktasının olduğunu düşünüyorum. Çünkü opera her zaman çok önemli oldu hayatımda ve daha iyi yaptığım şeyin, opera olduğuna her zaman inandım. Belli senfonik repertuvara da çok yakınım tabi ama müziğin dram ile birleştiği durumlar bana her zaman çok çekici geldi ve ona daha çok, daha iyi katkıda bulunabileceğimi hissettim. O yüzden konservatuara giderken ilk defa hatırlıyorum, Faust Operası’nın üçüncü perdesini yönetmiştim. Onu çok özel bir anı olarak hatırlıyorum; orkestra çukurun ortasında, yukarıda sahne, koro falan var, solistler, hepsi bir arada yönetiyorsun o çok fazla heyecan verici bir şeydi. Sonra zaman zaman tabi gençlik orkestrasının kuruluşu 2007’de. O gerçekten müzikle ilgili inandığım her şeyin bir yerde uygulamaya kullanılabilmesi için bir fırsattı ve hâlâ öyle devam ediyor. Önemli noktaları belki yine, Dünya’nın en önemli opera kurumlarından, o zaman adı Kirov Operası olan, şimdi adı Mariinsky Tiyatrosu; Çarlık zamanındaki adına dönmüş olan St. Petersburg’daki operayı ilk yönetişim, benim için önemli. Birçoğu var böyle ama aslında her konser, şu anda önümde son derece bela bir eser çalışıyorum. Aralık ayında ilk defa Finlandiya’da yöneteceğim. O eseri, eserle ilk defa yüzleşmem, onun üzerine düşünmem de önemli bir şey.
Yani önemli olan burada otuz yıl, kırk yıl içinde repertuvara tekrar tekrar gelen eserler var. Bazen Beethoven 7. senfoniyi yönetiyorsunuz, sonra on yıl sonra tekrar yönetiyorsunuz, sonra yirmi yıl sonra tekrar yönetiyorsunuz. Onların her defasında ilk defa gibi heyecan verici, böyle bir o anda hayatınızın en önemli şeyini yapıyormuşsunuz gibi yaklaşmanız çok çok önemli. Yoksa iş rutin olmaya başlıyor ve bugün kayıt dinlemeye alıştığımız dünyada aslında müzik; müzik dinlemenin, müziği paylaşmanın gerçekten ne olduğunu, gerçek zamanda akan bir iletişim türü olarak ne olduğunu, ne olabileceğini unutmaya başladık. O bakımdan hiçbir şey rutin olmamalı. Ya işte Çaykovski’yi beş, bilmiyorum kaç defa yönettim, işte ilk provada aç önüne, yönet, yaparsın ama önemli olan ona gerçekten taze, her defasında yeniden görür gibi yaklaşmak. Çünkü unutmamak gerekir ki biz, yani o bestecilere kıyasla sıradan ölümlüleriz aslında. Ve yirmi yılda bir şuna baktığımız zaman belki biraz daha anlayacağız o kadar.