Devlet kavramının çıkış noktalarına ve insan doğasının bu bağlamdaki rolüne değinen bir cevap arayışı.


 

Platon’a göre insan, toplumsal bir hayvandır. Kendisinin dışında herhangi bir şeyin aracı olmayan insan, yaşamak ve yetkinliğe ulaşmak için doğal varlık yapısıyla birçok şeye ihtiyaç duyacak şekilde varolmuştur. Elbette o, ihtiyaçlarını tek başına karşılayamayacaktır. Zorunlu ihtiyaçları gidermek için insanların bir araya gelmesi kaçınılmazdır. Bu durum onun, varlık koşuludur. Çünkü insan, yalnız yaşayarak hayatını idame ettirme konusunda küçük bir kedi kadar becerikli değildir. Birey tek başına ve yalnız yaşayacak donanıma sahip değilse, varlığını ve bütün her şeyini devlete borçludur. Topluma ait olan bu insanların her biri, üzerine düşeni yapacaktır. İnsanın sosyal ve toplumla işbirlikçi yapısı, varlığını koruyabilmesi için çıkar çatışmalarını çözecek düzenleyici ve denetleyici bir organ olan devlet gereklidir.

     

Devlet ise ‘’Kabul edilmiş sınırlar içinde yaşayanlar üzerinde güç kullanma ve kontrol araçlarına sahip örgütlenme biçimidir.’’ 1 Devletin varlığı neredeyse insanlığın varlığı kadar eskidir ve insanlar topluluk halinde yaşadıkları sürede (özellikle yerleşik hayata geçilip de tarım faaliyetlerinin temel geçim kaynağı haline gelmesiyle) bir şekilde bu tip bir organizasyonun varlığına ihtiyaç duymuşlardır.

    

Devletin nasıl ortaya çıktığını açıklamaya çalışan ve devletin ortaya çıkışının hangi şartlar altında gerçekleştiğini anlatmak amacıyla ileri sürülmüş fikirlere “Devletin Köken Teorileri” denir. Bizim ele alacağımız teori ise, doğa durumundan yola çıkarak insanların iradeleri ve kendi rızaları doğrultusunda bir sözleşme oluşturarak devleti kurduğunu savunan “Sosyal Sözleşme Teorisi” dir. 

    

Devletin köken teorilerinden birisi olan sosyal sözleşme teorisine göre devlet öncesi dönemde insanlar “doğa hali” adlandırılan bir dönem içinde yaşamaktaydılar. Thomas Hobbes’a göre insanlar fıtraten/varoluşları gereği eşit varlıklardır ve aynı şeye sahip olmak isteyen insanlar arasında, hep birlikte bu şeye malik olamayacaklarından ötürü birbirlerine düşman olacaklardır. Aynı şeyin peşinde koşan insanların her biri, diğerini ortadan kaldırmaya, ona saldırmaya ya da ona hükmetmeye çalışacaktır. Bu dönemde insanlar, elinde bulundurdukları haklara ve eşyalara, kendilerinden daha güçlü bir kişi ya da grup el koyana kadar sahip olabileceklerdir. Herkesin herkesle savaş halinde olduğu bu toplumsal yaşamda (doğa halinde) hukuk yoktur. Hukuku tesis edecek ve toplumu düzene sokacak iktidarın bulunmadığı yerde, adaletten de söz edilemeyecektir. Bu dönemi özetleyecek en güzel söz yine Hobbes’a aittir: “Homo homini lupus (İnsan insanın kurdudur)

 

    

İbn-i Haldun, insanların doğaları gereği zalim ve kötü olduğunu düşünür. Freud’a göre ise sadist ve kötü bir türüz. Machiavelli, insanın doğasında ele geçirme, daha fazlasını isteme, rekabet ve savaş isteği olduğunu belirtir. Nietzsche, insan eylemlerinin temeline güç istencini yerleştirmiştir. Güç istenci ise geniş anlamıyla hakimiyet isteği olarak yorumlanabilir. Çünkü Nietzsche’ye  göre insanlar, hakimiyet peşinde koşarlar. Bu yönleri ağır basan bireyler vicdan, eşitlik, adalet gibi duygulardan yoksun olmaları sebebiyle hak ihlalleri, kaos ve karmaşa yaratmaya yatkın kimseler olacaklardır.

    

İnsanlar gücü elde edince saygı görmek, hatta mümkünse otorite olarak kabul edilmek ister. Bu istek de karmaşa ve çatışma yaratır. Otoriteyi (devletin varlığını) kabul etmemizin sebebi fiziksel güven isteği ve hayatımızı koruma yolu bulmaktır. Hobbes’a göre insanların savaş halinden kurtulmak isteğinin altından yatan neden ölüm korkusu, daha rahat sürdürülebilir bir yaşam için gerekli olan şeyleri elde etme ve elde ettiklerini ise çalışarak koruma umudu yer almaktadır. Hobbes: “Devletin amacı, bireysel güvenliktir.” demiştir. Devlet, yoldan çıkan ve çıkmaya eğilimli olan insanları otoritesi içine alarak, fertlerini bir arada ve barış içinde tutan ve özünde iyi olan bir yapıdır.

    

İnsanların aklı ve tutkuları onları barışa yöneltmektedir. Başta ölüm korkusu, rahat bir yaşam için gerekli şeylere sahip olma isteği ve akıl, insanlara yaşamak için diğer insanlarla anlaşması gerektiğini anlatır. İşte bu bir araya gelme, elle tutulur, gözle görülür somut bir “sosyal birliği” meydana getirir. İnsan, doğasındaki yetkinleşme ihtiyacını, bu sosyal birlik içinde gerçekleştirir. Bu sosyalliğe geçiş, bilinçli ve amaçlıdır. Bilinçlilik hali, toplumdaki fert bireyleri ve onların hak ve özgürlüklerini kabul ve de insan doğasının sosyal bir statüye çekilmesidir. Amaç ise devleti kurarak, haklarını ve özbenliğini koruma ihtiyacıdır. Yani devleti oluşturan insanlar, “Akıl bedeni, devlet toplumu kontrol eder. 2 felsefesine uygun hareket etmektedir.

    

İnsan, doğal yapısı gereği, bir yurtta ve kendi türünden olan diğer insanlarla bir arada bulunur. Bu özelliğinden ötürü insanlar devlet kurabilen (medeni) ve siyasi kabiliyeti (ünsi) haiz yapıda varlıklardır. 

    

Yani insan, doğasındaki olumsuz özelliklere karşı, onların bir otorite tarafından bastırılması ve düzene sokulmasını sağlar. Diğer insanların hak ve hürriyetlerini ihlal etmeyeceği ve aynı şekilde kendi hak ve hürriyetlerinin ihlal edilmemesini sağlayacağı bir ortamı tesis eder. Bu durumda da insanlar, toplumun içinde Schopenhauer’in kirpileri vari bir pozisyon seçer. Schopenhauer, insanların toplum içinde varoluşunu ve düzenli devamlılığını şöyle açıklamaktadır: “Soğuk havalarda kirpiler, ısınmak için bir araya gelirler. Ama birbirlerine çok yaklaşınca okları birbirlerine değerek onları yaralar. Bu yüzden ayrılmak zorunda kalırlar. Isınma ihtiyaçları yeniden bir araya gelmelerini sağlar ve bu kez birbirlerinden ısı alacak kadar yakın, ancak birbirlerine zarar vermeyecek kadar da uzak dururlar.” İnsanoğlu da kendisine, doğa halinde birbirlerine karşı tahammülü aşan pozisyondan sıyrılıp, hem toplumdan korunacakları hem de toplumdan yararlanacakları bölgeyi oluşturur. İnsanlar, ilkellikten toplumun parçası olmaya geçişi ise devletin varlığı ile gerçekleştirir. Medeniyeti inşa etme süreci, toplumun parçası olma, devleti ortaya çıkarma gibi süreçlerden geçmektedir. Kişiler; hak ve hürriyetlerini elde edip güvenliklerinin karşılanması, refah seviyesi daha yüksek, gerçek bir medeniyete ulaşma çabasının tümünü kurduğu devlet bünyesinde gerçekleştirmeye çaba edecektir.

    

Bizim şu an yapmamız gereken şey ise, içinde bulunduğumuz toplumun, devletin ve de medeniyetin daha ileriye taşınması için yorulmaksızın çalışmak, refah seviyesi yüksek bir toplum olma yolunda gayret göstermek ve “elit olmaktan korkmayarak” devletimize ve toplumumuza fayda sunmaktır. Mustafa Kemal’in şu öğüdünü unutmamak gerekiyor: “Çalışmadan, öğrenmeden, yorulmadan, rahat yaşamanın yollarını alışkanlık haline getirmiş milletler; evvela haysiyetlerini, sonra hürriyetlerini ve daha sonrada istikballerini kaybetmeye mahkumdurlar.” Bu sözdeki toplumsallığı, fedakarlığı ve devlet için gösterilmesi gereken çabayı derinlemesine algılayan herkes, elini taşın altına koymaktan çekinmeyecek ve kendini toplumdan ayrı tutmadan, onun bir parçası olmaktan geri durmayacaktır.

 


 

Kaynakça: 

-Hobbes’a Göre İyi ve Kötüyle Egemen Devletin Anlayışı Arasındaki İlişki(Düşünbil Dergisi/Şebnem Ertan)

-Modern Devlet Anlayışının Felsefi Temelleri(M.Nazan Arslanel, Ertuğrul Eryücel – Ankara Üniversitesi)

-Thomas Hobbes-Leviathan/YKY (2016)