Eksik kalmış her ruh, acılar içerisinde kendisini tamamlayacak o parçayı arar. Ruhunu bu yolda kaybetmiş bir beden ve güneşin ayla cilveleştiği gecede dünyaya gelen Mahur’un hikayesi “Dönüş”te kesişiyor.


 

“Çocuk büyüdü, düş bitti.”
-Comfortably Numb, Pink Floyd- 

 

Radyonun cızırtılı seslerinden çıkan notalara kulak verdiğinde, cennetin düş karanlığından gelen bir ruh onu saygıyla odanın içerisine davet etti. Reenkarnasyondan önce ince dudaklarının varlığından bahseden ruh, odanın içerisinde çeşitli varlıklara dokunuyor ve saçlarına ilk defa dokunurcasına karıştırıyordu. Bu esnada da beden denen şeytancı hoşgörünün tehlikelerini anlatmaya çalışıyordu. Varlık gerçeklerle yüzleştiğinde, gökyüzünün karanlığında kendi gerçekleriyle karşılaşır. Toplumca bilinen bir gerçek olan “Güneşin batışı günahların meydana çıkmasıdır.” cümlesi, ahlaksızların sözlerinden bir tanesidir. Günahların doğuşu, güneşin batışında değil doğuşundadır. Yalnızca, ahlak değerlerinin yozlaşmasının faturası güneşe kesilmiştir. Karanlıktan korkulmasının temeli de burada yatmaktadır. Varlık karanlıktan korkmaktadır. Çünkü güneşin doğuşundan sonra işlenen suçlar yüzüne vurmaktadır. Realite, ayın tüm çıplaklığıyla yüzlerimize vurmasıdır. Güneş kızıldır ve kızıl tıpkı aşk gibi sarhoş eden pastel bir renktir.  Tıpkı aşkta işlenen suçlarda olduğu gibi varlık pastel renkler eşliğinde suçlarının varlığını devam ettirmektedir. Pastel renkler tehlikelidir. Renk tonları arasında kaybolan bir bilinç, ruhsal bütünlüğünü pazarlamaktadır. Renklerin aldatıcı gücü hayatın her alanında varlığını sürdürür. Bu yüzden de hayat, suç mekanizmalarının cirit attığı bir kuyudan ibarettir. Pastel renklerin arasında gerçekler, ancak gölgelerde bulunabilmektedir. Gölgeler, insan bedeninin gözleriyle görebileceği ruhlarıdır. O ruhlar, insanoğlunun tüm gerçekliğini ifşa eden metafordur. Bu yüzden de işlenen tüm suçların şahitleri kendi gölgelerimizdir.

 

Güneşin ay ile edalı bir cilveleşme havasında olduğu gecelerden birinde, bir mahur dünyaya gelmiştir. Mahur, gözlerinin etrafındaki kan kokularının etkisi ve ciğerinin oksijenle ilk temasından ötürü hüngür hüngür ağlamaktadır. Mahur’un gözleri masumiyet kavramının tüm çıplaklığıyla donatılmıştır. Mahur daha günah işlememiş, hatalardan ders çıkarmamış, ilk birasını yudumlamamış ve ilk esrarının onda bırakacağı etkiyi tatmamıştır. Mahur’un gözleri kitapların dokunulmamış kokusu kadar temiz ve sarhoş edicidir. Mahur bir bebektir. Aile üyeleri, onu koruyup kollayacağı dünyadan korumak adına kapıda heyecanla beklemektedir. Babası, doğumhane kapısında tırnaklarının köklerini dahi bitirene kadar kemirerek heyecanla yürümektedir. Attığı her adım için bir hayal kurmakta ve onu nasıl büyüteceğinin planlarını sorgulamaktadır. Mahur’u ne zaman maça götüreceğinin, ilk bisikletinin hangi renkte olacağının, pikniğe götürdüğünde ona kuracağı hamağın onu güvende tutup tutmayacağının bile heyecanını kalp atışlarında hissetmektedir. Lakin doğumhane kapısında yalnızca Mahur’un koruyucu melekleri dolaşmamaktadır. Mahur’un bedenini çalmak için sırada bekleyenler de vardır. Mahur’a ilk tokadı atacak ve bakirliğini elinden alacak sevgilisi, onu sigaraya ve alkole başlatacak dünyanın en iyi dostu, onun tüm özgürlüğünü ve ideallerini elinden alacak mesleği, stresten saçlarını dökecek olan sınavları ve ona geceleri hayal kurmasına eşlik edecek müzik notaları beklemektedir. İnsanları ve ailesini terk edeceği uçak ve otobüs biletleri bile kapıda beklemektedir. Mahur’un terk ettiği şehirlerin havalimanlarında çalışan elamanlar işe alınmış, pilotlar mesleklerini öğrenmiş, hostesler mini eteklerini ve makyajlarını tazelemişlerdir. Eşyalarını ve hatıralarını koyacağı bavullar, çantalar fabrikalarda üretilmeye başlanmış, gözyaşlarını silmesi için alacağı yastık kılıfları dikilmeye başlanmıştır. Mahur. Güneşin ay ile cilveleştiği gecede dünyaya gelen çocuk.

 

Bir kız çocuğunun eksik olmaması dünyada yaşayan tüm insanların onurundan daha değerlidir. Eğer bir kız çocuğu yarım ise evlatları da onun kaderini yaşayacaktır. O evlatlar artık evlat olmaktan çıkan bir evlatçığa dönüşecektir. Evlatlar, kız çocuklarına sarıldığında anne bağı denen kavram ortaya çıkmaktadır. O kavram evlatların, kız çocuklarına bağlılığına ve sevgisinin bütünleşmesine sebep olmaktadır. Tıpkı bir sevgi sözleşmesi gibidir. Kız çocuklarının karnında büyüyen evlatlar, o bağdan beslenmekte ve dünyaya geldikten sonra da o besin aracılığıyla büyümektedir. Eğer bir evlat o sevgiye ihtiyaç duyarsa, onu doğuran kız çocuğunun karnına başını koyması yeterlidir. Eğer bir kız çocuğu yarım ise o bağın arasından geçen besin değerleri de yarımdır, eksiktir. Eksik olan bir evlat kendisine sığınacak bir limanı hiçbir zaman bulamamaktadır. Aradığı her liman ona yanlış iskeleyi göstermekte, bulacağı her limanın deniz feneri yarım yanmaktadır. O evlatların dolaştığı denizler, dalgalı ve fırtınalı okyanuslar gibidir. En iyi miçolar bile o evlatlar için yanan deniz fenerlerini yarım olmaktan öteye götüremez. Kız çocukları tarafından dökülen sözcükler, evlatların kalplerinde bakidir. Evlatların hatıralarında kalan, kız çocuklarının saçlarının kokusu, çatık kaşları ve duygu değişimlerinin o saatten sonra bir önemi yoktur. Lakin bu savaş iki taraf arasında sonucu olmayan bir döngüden ibarettir. Çünkü savaş aslında iki taraftan ortaya çıkan öfke ve sevgi patlamalarından ibarettir. Savaş başlar, silahlar çekilir ve iki taraf sonu olmayan bir mübadeleye girer. Mübadelenin ağır hasarlarla dolu olduğu o anda ortaya tek bir gerçeklik çıkmaktadır. O da gözyaşıdır. Çünkü gözyaşı, iki taraf için de gurur, onur, sevgi ve intikam sonlandığında kendini gösteren bir gerçekliktir. Hiçbir kız çocuğu yarım bırakılmamalıdır. Yarım bırakılan her bir kız çocuğu yarım bırakılan bir evladı doğurur. O evladın içinde fırtınaların koptuğu bir kalp, tüm müzik notalarının en derinden hissedildiği bir ruh meydana gelir. O evladın artık geceleri kavgayla doludur. O besinden yarım kalan hal, geceleri uzun yürüyüşlere ve sağlam basılamamış ayaklara tekabül etmektedir.

 

Dördüncü gecenin sabahında aradığımda seni,

Silik haritaların ipuçlarında yarım kalışını kovaladım,

Zihnimin karanlığında algılara dokundum,

Tüm pastel renklere tanıklık ettiğim algılarımda,

Şiirimin notasına seslendim

Cennetin köşesinden beni çağıran bakireye,

Yaralarımı gösterdim.

Yaralarımın renksizliği korkuttuğunda onu,

Gözyaşlarıma teslim oldum.

Bir şiir dizesinde tüm gece kendimi bulmayı denedim,

Perdelerin rüzgarda dağılışı gibi,

Okyanus kenarında, kumlarla dans ettim.

Düşlerimi kovaladığım her gece,

Prangalarıma esir oldum.

-yazarın kaleminden-

 

Dönüşün hikayesi, ruhu ölen bir bedenin tekrardan can verdiği bir çiçekten ibarettir.

 

kaan güner

 

 

Reincarnation – Katerina Vdovenko