Sizce sosyal bilimlerin çalışma prensipleri nelerdir?
İlk önce problemin teşhis edilmesi lazım. Tabii akademisyen olduğumuz için de yolun başında olan birisi olarak söyleyeyim, 15 yıldır bu işin içindeyim. Bu iş, hani, sonsuzun içinde 15 yıl bir şey ifade etmeyeceği için “Yolun başındayım.” diyorum. Bin sene geçse de yolun başındasınız bu işte. Bu iş çünkü biten bir iş değil maalesef. Hep üç noktalı, nokta koyamıyorsunuz. Yolun başında olan bir kişi olarak tabii çeşitli makaleler gelir elinize, tezler ve çalışmalar gelir. Orada bir şey dikkatimi çekiyor, galiba biz metot konusunda sıkıntı yaşıyoruz, özellikle Türkiye’de. Metot konusunda sıkıntı var. En iyi bildiğimiz şey literatür taraması, sosyal bilimlerde. En iyi bildiğimiz literatür taraması… En az yapabildiğimiz şey ise yazdığımız eserlerde bizim sesimizin duyulduğu o yorum kısımları. Sesimiz kısık çıkıyor.
Bunun sebebini kendimce düşünmeye çalıştım, “Ya niye bu böyle?” Literatür çalışması bu kadar kabarık oluyor da esas çalışmanın ve bizim yorumumuzun söz konusu olduğu o kısım niye bu kadar, çoğunlukla, güdük kalıyor, diye kendimce düşünmeye çalıştım. Şunu algıladım, ne kadar doğru bir teşhis tabii düşünülür, üstüne tartışılmalı dediğim her şey üstünde kesin bir yargıda bulunmuyorum ve tartışmalı buluyorum; biz hiçbir kavramı üretmiyoruz ki bu ülkede akademi olarak… Ya da akademinin entelektüel tayfa olarak diyelim, akademisyenlik bunun hepsini kapsayan bir kavram değil. Ya da akademi dışındaki o düşünür ve okuryazar tayfa içerisinde, hiçbir metodun özgün bulucusu ya da hiçbir kavramın inşacısı değiliz ki biz. Başka iklimlerde şekillenmiş kavramları ve ortaya çıkmış metotları bu iklime taşıyıp, bunu bir nakliye aracına koyup nakledip, buralara getirip buralarda dağıtıma çıkarmak; bu bilim değil, bu bir taşıyıcı annelik. Taşıyıcı annesiniz, döllenmişsiniz ve çocuğu ulaştırmışsınız.
Taşıyıcı anneliğin ötesinde üretici olmak gerekiyor. Üretici olurken de yaşadığın coğrafyanın biriktirdiği kültüre dayanıp ama oraya saplanmayıp -dayanmakla saplanmak aynı şey değil bu anlamda- o kültürü ve birikimleri bilip, o birikimleri muasır bir şekilde yorumlamak ve yeniden inşa etmek ve üretmek… Ama farklı bir yapı ile üretmek. Mimariden bir örnek vereyim, belki bir ev veya bina yapılacak. Bina demeyelim, ev diyelim. Bu toprakların ürettiği o mimari eserleri bilip, ona yaslanıp fakat onları da aynen birebir kopyalayıp değil, çağdaşlaştırıp ortaya koymak. Çünkü senin şimdide ortaya koyduğun o eserler, geleceğin geçmişi olan eserler olacaktır. Gelecektekiler de ona yaslanacak ve kendi zamanlarının iyilerini ve muasırlarını ortaya çıkaracak. Bu sürekli böyle gidecek.
Şimdi, hiç üretilmiyor ise bilimsel dünyada ve sosyal bilimler alanında, bu coğrafyaya özgü özgün eserler yoksa ben neye dayanacağım? Neye dayanıp da oradan özgün bir bileşimle çağdaş bir yapıya sırtımı dayayıp çıkaracağım? Sıkıntı burada. Naklettiğim fikirlere dayanıyorum fakat o naklettiğim fikirler başka iklimlerde şekillenmiş yapılar, kavramlar ve görüşler. Başka iklimlerin o görüşlerini buraya taşıyıp, onlara dayanıp da bir şey söylemem benim fikirlerimi havada bırakıyor. Bu işleyişi bozabilmek için de ulusal bazda kendi özgün fikir inşamı gerçekleştirmek, daha sonra onlara dayanarak kendi bireysel, özgün ve çağdaş yapılarımı ortaya çıkarmam gerekiyor. Hiçbir kavram üretmiyoruz. Hiçbir metot da üretmiyoruz. Çünkü üretilmişi tüketmek çok hoşumuza gidiyor. İnsanın kendi isteği ile düştüğü bu çukurdan yine kendi iradesi ile çıkma çabasını hiçbir zaman almak istemiyoruz. Yani ulusal aydınlanmamızı tam olarak biz yaşamak istemiyoruz aslında. Bize zül geliyor, bu ağır ve zor bir şey çünkü. Kendi içimize, o tembelliğin verdiği haz ile üretilmişi tüketerek, düşme halimizi aşıp da attığımız adımların sonuçlarına katlanacak, kendi aklımıza dayanacak bir yapıya geçmek istemiyoruz galiba. Fransa’da üretilmiş, Almanya’da, İngiltere’de, Amerika’da üretilmiş… Yani, biz aşçı olmak istemiyoruz, esnaf lokantasında tabldot yemek istiyoruz. Halbuki üretici olmak ve üretmek gerekiyor, malzemeyi bilmek gerekiyor. Geçmişi ve elimizdekileri bilmek ve oradan, o an için o aşçının, o üreticinin yapacağı o farklı yemek ve lezzeti çıkarmak gerekiyor.
Sosyal bilimler elbette ki etkileşim içindedir. Bu, şu demek değil; bir Fransız sadece Fransız teorisine, kuramlarına ve kavramlarına bağlı kalsın ve oradan üretsin… Bunu tabii ki demiyorum. Verdiğimiz örnekte Minos ve Mısır dedik, münasebet var. Bu kültürlerde böyle münasebetler elbette ki olacaktır. Ortak bir entelektüel havuz elbette ki vardır. Bütün dünyanın katkıda bulunduğu, Japon’un da Taylandlının da Çinlinin de katkıda bulunduğu müşterek bir kültür havuzu elbette ki olacaktır. Fakat bu kültür havuzuna attığınız değerler sizin bağlı ve ait olduğunuz bağlamı yansıtan değerler, özgün değerler olmalı. Ömer olarak bir şey ortaya koyuyorsan, o Ömer’in şekillendirdiği ve Ömer’i şekillendiren toplumsal yapıya ilişkin de bir şeyler olmalı.
Şimdi ortada bir çelişki var gibi gözüküyor sanki cümlelerimde. Dedim ki; bir çırılçıplak düşüneceksiniz, bir de o toplumsal yapıya dayanarak bir şeyler yapacaksınız. Çırılçıplak düşünürken istediklerinizi ve faydalı gördüklerinizi kapının içine alabilirsiniz de. Fakat sizin düşünmenizi engelleyen mevzuları kapının dışında bırakmalısınız. Seçici geçirgen olmalı sizin duvarınız veya kapınız. Akıl sürecinden süzdükten ve geçirdikten sonra kapı dışına attığınız bütün o kavramlar, meseleler, dinsel ve geleneksel yapılar eğer sizin o akıl sürecinizde size uyuyorsa yavaş yavaş içeriye doldurmalısınız. Sosyal bilimler, Türkiye’de bu cesarette olabilir mi? Şu an için olamaz gibi gözüküyor. Çünkü uygun iklim ve yapı yok. O özgünlüğü yaratacak toplumsal şartlar mevcut değil.