Bu rapor, yaklaşık üç saat boyunca süregelen Flaps Münazaraları İfade Özgürlüğü tartışması için editöryal bir özet teşkil etmektedir. Kişilerin konuşmaları ve fikirleri tarafsızca ele alınmış olup, söylemler üçüncü şahıslara indirgenirken istemsizce yorumlanmış olabilir. Dolayısıyla fikirlerin en net haliyle anlaşılması için münazara kaydının izlenmesi tavsiye edilir.

Münazara yayınını izlemek için: https://youtu.be/AAn4z-8cKkw

Takvimlerin 10 Aralık 2022 tarihini gösterdiği bulutlu bir İstanbul sabahında, bir devlet kurumu yerleşkesinden beklenmeyecek güzellikte olan, yeşilin maviyle buluştuğu Florya’da yer alan İstanbul Planlama Ajansı, özel bir etkinliğe ev sahipliği yapıyordu.

Flaps Münazaraları, o gün “İfade Özgürlüğü” meselesini tartışmaya açmak için toplanmıştı. Konuşmacılara ve dinleyicilere sorulan soru şuydu: ”İfade özgürlüğünün sınırları olmalı mıdır?

Bu soruya dair farklı kompozisyonda fikirlere sahip dört konuşmacı tartışacak, dinleyiciler sorular soracak ve gün sonunda gerçekleştirilecek Fikir Atölyesi’nde herkes bir araya gelecek, fikirlerini değerlendirecekti.

Etkinliğin dört konuşmacısı Ekim Atay, Nevzat Taşçı, Sıla Soysal, Mahmud Sacid Efe ve Üveys Furkan Karaağaç kurulan masanın etrafında yerlerini aldılar. Dinleyiciler de bu tartışma şölenine hazırdı. Böylece saat 11.30 civarında, Flaps Münazaraları başlamış oldu.

İlk oturumun başında konuşmacılardan, kısaca kendilerini tanıtmaları ve düşüncelerini özetlemesi istendi. Dört konuşmacı da, kısaca kendilerini tanıtarak fikirlerinden bahsettiler.

Üveys, tartışmada daha çok kontrolcü tarafı savunacağını, aksi takdirde toplumların kaosa sürükleneceği tezini özetleyerek başladı. Sacid ise net bir kısıtlama yahut özgürlük tarafını savunmayacağını, birtakım kısıtlama alanlarından bahsedeceğini açıkladı.

Nevzat, birilerinin kırmızı çizgilerinin başka birilerinin kırmızı çizgisi olmayabileceğini ve kırmızı çizgilerin başka kırmızı çizgiler de doğuracağından zamanla özgürlükleri kısıtlayacağını belirterek ifade özgürlüğünün sınırlandırılmaması gerektiğini ve bunun herhangi bir gerekçesi olmaması gerektiğini ifade etti.

Sıla, ifade özgürlüğünün belirli ölçüde sınırlandırılması gerektiğini, bu sınırlandırmaların merkeziyetçi ölçüde olmaması gerektiğini ve çeşitli dini, politik, propaganda ve ayrımcılık üzerinden belirlenmemesi gerektiğini, tamamen insan haklarının korunması ve güvenlik üzerinden açıklanması gerektiğini belirtti.

Ekim, ifade özgürlüğünün sınırlarının geniş olması gerektiğini belirterek, iki ana söylemi, mali ve manevi tahribat risklerini belirterek bu özgürlüğün dışında tuttu: iftira ve tehdit. Ancak bu konulara yönelik sınırlandırmaların da hukuken spesifik olarak belirtilmesi ve gri bölgelerin bırakılmaması gerektiğini, aksi takdirde otokrat yönetimlerin bunu kötüye kullanacağını belirtti.

Devamında konuşmacılar, düşüncelerini geniş perspektifte açarak tartışmaya devam ettiler.

Ekim, “hasarın tespit edilebilirliği” ilkesine vurgu yaptı. “Hakaret ve küfür” söylemlerinden örnek vererek, insanların etkilenebileceği ve hassas bulduğu ifadelerin somut olarak değerlendirilmesinin mümkün olmadığını, dolayısıyla ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gerektiğini ifade etti. Ayrıca ifade özgürlüğünün toplumsal bir ihtiyaç olduğunu ve toplumları ileri götürdüğünü belirtti.

Nevzat, tarihsel olarak bireyselleşmenin ortaya çıkışından ve öneminden bahsederek ifade özgürlüğünün kaynağını tasvir etti Hak mücadelelerinin ve kazanımların 101’inin, başlangıcının ifade özgürlüğünden geçtiğini belirtti. İfade özgürlüğünün doğrudan doğurduğu bir suç unsuru olmadığı, dolayısıyla suç ile ifade özgürlüğünü ayırmak gerektiğini belirtti. Ayrıca yasaklanan, engellenen fikirlerin yok olmayacağı, daha da güçlenebileceğini ifade ederek çeşitli örnekler üzerinden diyalog kurmanın önemini vurguladı.

Sıla, eğer bir kişinin ifade özgürlüğünü başka bir insanın ifadesi etkiliyorsa, bu kısıtlayıcı ifadenin bir noktada sınırlandırılması gerektiğini belirtti. İnsan haklarının en tepesinde yaşam hakkı olduğunu ve tam ifade özgürlüğünün sağlanması için tam güvenlik ortamının oluşturulması gerektiğini ama hiçbir ülkede ideal olarak tamamiyle güvenli bir ortamı sağlanamayacağını belirtti. İfade özgürlüğünü genel olarak savunduğunu, ancak insanların dini görüşlerinin baskılamasını ve politik söylemlerin diğer insanları ne ölçüde etkilediğinin farkında olunması gerektiğini ifade etti. Ayrıca fikirlerin yayıldığı sosyal medyanın, para ile reklam verilebilen ve daha geniş kitlelere ulaşılabilen bir mecra olduğundan bahsederek, dezenformasyon ve nefret suçu gibi söylemlerin bu yollarla da geniş kitlelere ulaştırılabileceğini, bu durumun göz önünde bulundurulması gerektiğini ifade etti.

Sacid, başkalarının özgürlüğünü kısıtlayıcı ifadelerin bizim için de özgürlük olamayacağını ifade ederek kısıtlanması gerektiğini düşündüğü ifadeleri üç ana gruba ayırdı. Gerçeğin ifadesi, yani insanların kişisel bilgilerine dair ifadelerin kendisinden izinsiz şekilde paylaşılmaması gerektiğini belirtti. Gerçek olmayanların ifadesi, yani iftira söyleminin ve dezenformasyonun kısıtlanması gerektiğini ifade etti. Üçüncü olarak da, gri bölgelerden bahsetti. Bu bağlamda psikolojik şiddeti vurguladı, insanları intihara sürükleme, mobbing gibi süreçlerin kısıtlanması gerektiğini ifade etti. Geçmişte birilerinin sahip olduğu ifade özgürlüğünün, şu an birtakım insanların otosansür uygulamasına sebep olduğunu belirtti.

Üveys, devlet tanımıyla başladı. Devletin kendi toplumunun demografik yapısının gerektirdiği kararları verip halkına huzur ve güveni sağlaması gerektiğini ifade etti. Konuya dair düşüncelerini “herkes konuşsun, ama herkes her yerde konuşmasın” diyerek özetledi. Bu bağlamda devletin, halkın demografik yapısına göre kanunlar koyup, “kimin, neyi, ne kadar, nerede konuşacağını” belirlemesi gerektiğini ifade etti. Herkesin her yerde konuşmaya başladığı durumda kaos oluşacağını ve insanların kimi dinleyeceğini, kimden bilgi alacağını bilemediğini ifade etti. Bu argümanına yönelik, “insanlar kendilerini geliştirsin ve neyi nasıl öğreneceğini bilsin” eleştirisine karşılık, devletin kendini geliştirememiş insanı da koruması gerektiğini ifade etti.

Böylece 1. oturum sona erdi. Kısa bir aranın ardından, konuşmacıların birbirlerinin argümanlarına cevap verecekleri 2. oturum başladı.

Nevzat, Üveys’in devlet tanımına itiraz ederek devletin insanları huzur içinde yaşatmak ve korumak için kurgulanmış bir organizasyon değil, bir tahakküm mekanizması olduğunu ifade etti. Devletin demografik yapıya göre düzenleme yaptığında yol açtığı otoriter uygulamalara dair örnekler verdi.

Ardından Nevzat, Sacid’e dönerek ifade halinde kalan söylemlerin, fiziksel bir zarar vermediğini belirterek ifade özgürlüğü ile fiziksel suç arasındaki farkı vurguladı. Psikolojik zararın, fiziksel zarara istinaden somut olarak belirlenemeyeceğini ifade etti.

Para ve sosyal medya konusunda Nevzat, doğru bilgiyi yayması gerekenin otorite ve devlet erki olduğunu belirtti. Sivil toplumun doğru bilgiyi yayma çabasının, otoritenin bu alandaki eksikliği olduğunu ifade etti.

Sıla söz alarak, Weimar Cumhuriyeti’nde Hitler’in düşüncelerini engelleme çabalarının, Hitler’in popülaritesinin artmasıyla sonuçlandığı örneğini verdi. Bu bağlamda sınırlandırmaların, merkeziyetçi otorite tarafından yapılmaması gerektiğini ifade etti. Ayrıca sosyal medya şirketlerinin devlet müdahalesi dışında, kısıtlanamayan mekanizmalar olduğunu ve hatta seçimleri dahi etkileyebilen skandallara sahip olduklarını ifade etti. Özetle Sıla, sorunun merkeziyetçileşmek olduğunu ve gücün merkezi yönetimlere verilmesi olduğunu, bu gücün dağıtılması gerektiğini belirtti.

Etkinliğin moderatörlüğünü yürüten Yusuf, bu noktada araya girerek Sıla’ya “Nasıl?” diyerek, bu gücü yerel olarak nasıl dağıtmamız gerektiğini sordu.

Sıla, farklı fikirlere alan açarak, kamusal fikir tartışmalarının çeşitlendirilmesi gerektiğini belirtti ve İstanbul Planlama Ajansı’nın buna iyi bir örnek olduğunu ifade etti. Ayrıca “Decentralized Web”, yani “Merkeziyetsiz Web” kavramına örnek vererek, sadece devletlerin değil, sosyal medya ve haber sağlayıcılarının merkeziyetçiliğini azaltmamız gerektiğini belirtti. Özetle bu süreçlerin eğitim, STK’lar, kamusal alanlar ve sosyal politikalar ile hem temelden yukarıya, hem de yukarıdan temele bir etkileşim halinde ilerlemesi gerektiğini ifade etti.

Sonrasında Üveys sözü aldı ve Nevzat’ın eleştirilerine cevap verdi. İlk olarak devletin çoğunluğun değil azınlığın da devleti olabileceğini ifade ederek bu durumun çeşitli parametrelerce değişebileceğini belirtti. Kapalı sistemlerde koşulların belirlenebileceğini, ancak devlet yapısı gibi açık sistemlerde kendi hal koşullarına bırakıp, tamamen özgür kılındığında önününün alınamayacağını ifade etti. İnsanların psikolojik dünyalarını yıkan insanların da suçlu olduğunu düşündüğünü belirtti.

Daha sonrasında tartışma, ülkeler ve Türkiye özeline doğru gelişti. Üveys, bireysel yapılarla toplum inşasının, düşük nüfuslu Avrupa ülkelerine nazaran Türkiye gibi pek çok kültürün yaşadığı bir ülkede, bu kadar iyimser olunamayacağını ifade etti. Bunun sebeplerini açıklayacakken, seyircilerden birisi “Bölünür çünkü.” dedi. Üveys de buna katılarak devletin bütünselliğinin önemine vurgu yaptı.

Nevzat, Üveys’e cevap vererek azınlık veya çoğunluk devleti farketmeksizin, herkesin söz hakkı olması istediğini ifade etti. Türkiye özelindeki söyleme karşı çıkarak sorunun kaynağının Türkiye’deki korkular ve tramvalar olduğunu, bunların konuşarak, diyalogla aşılabileceğini belirtti.

Ardından Ekim sözü aldı ve Üveys’in söylemlerine cevap verdi. Kendisinin hükümet – devlet ayrımına katılmadığını, bu iki unsuru oluşturanın da temelinde aynı yapıtaşı, yani bireyler olduğunu ifade etti. Demografik yapıya göre devlet müdahalesi düşüncesine ise, demografinin ve insan yaşamının dinamik bir süreç olduğunu ve sürekli değiştiğini, dolayısıyla bu düşünceye göre devletin sürekli yeniden değerlendirme yapması gerektiğinden ötürü bireyin özüne inilemeyeceği düşüncesiyle karşılık verdi. Ülkeler tartışmasına ise eyalet sistemiyle yönetilen devletlerden örnek vererek, bireye yakın yönetim biçimlerinin iyi örnekler oluşturduğunu belirtti.

Sonrasında Nevzat, Sacid’e cevap vererek linç konusunda insanların tanımlamasıyla alakalı bir sorun olduğunu ve tanımlamaya bırakıldığı anda herkesin bireysel sınır çekmesine yol açacağını, bu durumun nasıl çözüleceğini sordu. Sacid, özellikle kişilerin değiştiremeyeceği, doğuştan gelen özelliklere karşı söylemleri örnek göstererek bu durumun yol açabileceği psikolojik sonuçlardan bahsetti. Ekim bu noktada söz alarak, daha önce de belirttiği gibi, bu durumlarda hasarın tespit edilebilirliğinin olmadığını ifade etti. Bu konuya dair çeşitli karşılıklı söylemler süregeldi.

Bu noktada Yusuf sözü alarak bilmediğimizi yargılayamayacağımızı, duyguların somut olarak ele alınmasında da bu bilinmezliğin olduğunu ifade etti. Buna karşın Sacid, konuya dair nefret söylemi gibi genellemeler ile yaklaşırken Ekim, genellemeyi kırmanın bireysel iletişimle mümkün olduğunu belirtti. Sacid de buna katılarak, bireysel diyalektikler kurularak sorunun çözüleceğini, ama aynı ortamda bulunamayan insanlar için bu etkileşimin kurulamadığını ifade etti.

Daha sonra Sıla, Sacid’e belirli söylemlerin sınırlandırılması görüşüne dair bunun nasıl uygulamaya geçirileceğini sordu. Sacid buna cevaben TCK 115. madde üzerinden hukuken gerçekleşen sınırlamaları örnek vererek başlangıçta saydığı söylemleri belirtti. Nevzat bu noktada sözü alarak, bu söylemlerin hedefi olan insanlardaki kırılganlıkların doğmasındaki sebeplerin incelenmesi gerektiğini, bu durumun o insanların kendilerini ifade edecekleri alanların bulunmayışından kaynaklandığını ifade etti. Toplumsal özgüvene sahip, kırılganlığa sahip olmayan insanların ayrımcılığa maruz kalmayan insanlar olduğunu ve kırılganlığa sahip insanlarınsa ayrımcılıkla çok yüzleştiği için kırılganlaştığını belirtti. Bu durumun ifade özgürlüğünün kısıtlanmasının bir neticesi olduğunu, bu insanlara ifade alanı ve kamusal alanda görünürlük sağlansaydı, bu kırılganlığın oluşmayacağını öne sürdü.

Sıla söz alarak Üveys’e cevaben, küçük çaplı topluluklarda ortalama alındığında fark oranı azken, büyük boyutlu topluluklarda, milyonlarca insan kapsamında ortalama almanın yüksek fark oranları doğuracağını, bu sebeple güncel devletlerde ortalamaya dayalı yasa yapılamayacağını, günümüzde yapılan bu tip uygulamaların yarattığı sorunların görülmeye devam edildiğini ifade etti. Ardından, iyi örnek olarak gösterilen Avrupa’da dahi ifade özgürlüğünün idealden uzak işlediğine dair birtakım örnekler verdi. Ayrıca 2017’de Myanmar’da gerçekleşen bir olaydan bahsederek, bir kişinin post gönderisi paylaştığını ve bu gönderide Müslümanları sevmediğini ve Müslümanların ülkeden gitmesi gerektiğini söylediğini, bu postun yol açtığı olaylarda onbinlerce insanın öldüğünü ve Myanmar’dan gitmek zorunda kaldığını ileri sürdü. Bu olayı, nefret söyleminde ifade özgürlüğünün oluşturabileceği sorunlara yönelik bir örnek olarak öne sürdü. Bunun yanı sıra, Hindistan’da Hint bir Müslümanın Hinduizmle alakalı yaptığı bir resme yönelik saldırılar ve yasağa örnek göstererek, bunun nefret söylemi olup olmadığı ile ilgili tartışmalardan bahsetti. Bu noktada neyin nefret söylemi olup olmadığının netleştirilmesi gerektiğini belirtti ve Ekim’in bahsettiği hukuken spesifik tanımlamalar yapılması argümanına atıfta bulundu.

Bir seyirci söz alarak, Sıla’nın bahsettiği Myanmar olayında suçun postun paylaşılması mı, yoksa insanlara saldırılması mı olduğu sorusunu ortaya koydu. Ayrıca Donald Trump’ın ifade özgürlüğünü devletin engelleyemediğini ama bir Amerikan şirketi olan Twitter’ın engelleyebildiğini belirterek özel bir şirketin devletten daha fazla yetki sahibi olabildiği bir durumu ifade etti. Bu bağlamda özel alan ve kamusal alan farkına değinerek örneğin özel bir sahnede gerçekleştirilen stand-up etkinliğinde, ücret ödeyerek istek dahilinde gelen insanların bulunduğu ortamda yapılan birtakım ofansif şakaların ifade özgürlüğü kapsamında nasıl değerlendirileceğine dair bir sorunsal ortaya koydu. Ayrıca hukuki belirsizliğe dikkat çekerek hangi söylemlerin neden ifade özgürlüğü olup olmayacağı ve bu kararı verme tekelini neden devlete verdiğimizi sordu.

Nevzat buna cevaben şirket ve devlet arasında, devletin en azından bir meşruluğu olduğunu ancak şirketin hiçbir rıza üretiminin olmadığını, şirketlerin daha fazla meşru dayanak oluşturması gerektiğini düşündüğünü ifade etti.

Bu noktada Ekim söz alarak, “doğru bilgiyi yaymak için para gerekir” söylemine katılmadığını, özellikle sosyal medyanın haber almadaki payına değinerek büyük kitlelere ulaşmanın artık o kadar da zor olmadığını belirtti. Hukuk ve mevzuatlara dair haber almada Resmi Gazete’yi örnek gösterdi. Haber alma kaynaklarının etkin kullanımı içinse medya okuryazarlığının önemine vurgu yaptı. Ayrıca Twitter gibi özel şirketlere değinerek, herkesin uygulamaya kayıt olurken Açık Rıza Metni’ni onaylayarak şirketlere hukuken pek çok iznin verildiğini belirtti.

Sıla söz alarak, insanların doğduklarında seçim hakkı olmadan doğdukları devlette yaşadıkları için rıza verdikleri ama bir toplum sözleşmesini onaylamadıklarını, ama en azından sosyal medyada -verilerin çalınması gibi- neyle karşı karşıya olduğunu bildiklerini ifade etti. Devlet ile sosyal medyanın elbette aynı olmadığını ama sosyal medyanın insan yaşamında büyük etkisi olduğunu ve bu noktada haklarımız olup olmadığının da tartışmalı bir konu olduğunu ifade etti. Sosyal medya algoritmalarının ve sistemlerinin belirli grupların güç almasına ve dolayısıyla sorumluluk almasına yol açtığını belirtti. Bu durumun gerek para, gerek karizmatik liderlik gibi parametrelerce gelişebildiğini, sonucunda da politik ve sosyal etkiler uyandıran olaylar oluşturabildiğini ileri sürdü.

Ayrıca Sıla, seyircinin Myanmar meselesi hakkındaki sorusuna cevap vererek her aksiyonun başının söz olduğunu ve nefret söylemi gönderisi paylaşan kişinin olayları başlatmasındaki etkisi sebebiyle suçlu tutulması gerektiğini, eylemleri işleyenler kadar ağır suç verilmese dahi en azından dikkati artırıcı, emsal teşkil edici uygulamalar oluşturulması gerektiğini ifade etti. Bu olayların gerçekleşmesinde sosyal medyanın kontrol edilmemesi ve kontrol edilmesinin önüne geçilmemesinin sebep olduğunu belirtmekle birlikte, en başta devletin güvenlik ortamı sağlamakla yükümlü olmasına nazaran devletin bunu umursamadığını ve bu sebeple bu özgür olmayan ortamda ifadenin de özgür olamayacağını belirtti. Devletin bireyler için olduğunu ve birtakım bireylerin toplanıp başka bireylerin haklarına müdahale etmemesi için devletin var olduğunu, bu bağlamda bireylerin bir toplum sözleşmesi uyarınca birtakım haklarını devlet için feragat ettiğini, bunun karşılığı olarak da her bir bireyin, diğer bireylerin yaşam hakkına saygı duyması gerektiğini ifade etti.

Böylece ikinci oturum sona erdi. Üçüncü oturum, bir soru – cevap oturumu olarak gerçekleştirildi. Bu kısım editöryal değerlendirmeye alınmamıştır. Bu kısmın ve münazaranın tamamının video yayınından izlenmesi tavsiye edilir.

Münazara kaydını izlemek için: https://youtu.be/AAn4z-8cKkw