Edebiyat ve kültür alanındaki çalışmalarınızı gündelik meselelerden bağımsız yürütebilmeyi nasıl başarıyorsunuz?


 

Aslında gündelik mesele her şeyin içinde olabilir ama şöyle düşüneceksiniz: birkaç veya bazı şeylerde gündelik bir başlangıçtır, bir çıkış noktasıdır, bir havai fişektir. Gündelikten çıkıp bir şey yazıyorsanız gündeliğin ardındaki birikimi yansıtmalısınız. Yani diyorsanız ki efendim, Fazıl Hüsnü Dağlarca… Dağlarca’nın bütün, tavrını, tarzını inceleyip o kitaba ekliyorsunuz. Refik Durbaş’ın güzel bir sözü vardır: “Günübirlik yaşar ama günübirlik yazmam.” der. Onun için de bazısını ayrı tutmak lazım.

 

Şimdi bir uzun yazıya başlarsam, bir eleştiri yazısına, tabii ki içine yeni çalışmalar girer. Bir Bedrettin Cömert yazısı yazdım. Bedrettin Cömert’in “Croce’nin Estetiği”yle ilgili olanını inceledim, yazdım. Ama Bedrettin Cömert çok etkisinde kalmıştır Hasan Hüseyin’in. Toplumcu yaklaşıyor, Marksist bir yaklaşımı var. Bedrettin Cömert’in övdüğü yazarlar var ama Türk edebiyatı içinde bazı övgülere karşı duruyor. Bir tanesi de bunlardan Nazım’adır. Bunlarda eksik var Nazım’a.

 

Türkiye’de bütün mesele, şunu düşünmek lazım, kişileri de överken biz şöyle yapıyoruz; sevdiğimiz kişileri bir mitoloji kahramanı gibi övüyoruz, sevmediklerimizi de yerin dibine batıyoruz. Tolstoy’un güzel bir şeyi var yakını için, diyor ki: “Benden iyi yazardı ama yazarı yazar yapan zaafları yoktu.” diyor. Biz bir insanın zaaflarının, bir edebiyatçının da zaaflarının incelenmesine karşıyız “Yok canım, öyle değil!” diye.

 

Tabii bir de eleştiri, metin ile hayat arasında gelgit nasıl olabilir? Şimdi bazı yazarlar, şairler var ki hayatı ile yaşadıkları arasında bir örtüşme var. E o zaman Rıfat Ilgaz’ı, Nazım Hikmet’i hayatından ayırabilir misiniz? İncelerken biyografisine de bakacaksınız. Ama bir yazar var ki oturuyor, kendi dünyasında yazıyor ve toplumun gündelik olaylarına, kendi yaşamışlığına da aldırmıyor. İkisine de kendi türü içinde yaklaşım sağlamak zorundasınız.