“İnsan bedeni, kendisini kuran bir makine, süreğen hareketin yaşayan bir resmidir.”

Julian Offray de La Mettrie

İnsanı diğer varlıklardan ayıran yegane unsur akla sahip olmasıdır. Aklın bir sonucu olarak da insanlar doğal olarak, bilmek isterler.

Temel ihtiyaçlarını rahatça karşılayabilecek düzeye eriştikten sonra insan, yaşadıklarını sorgulamaya, karşılaştığı durumların nedenini düşünmeye ve araştırmaya başlamıştır.  

Doğa kanunlarını, gezegenleri, dağların tektoniğini ve daha pek çok konuyu bilmek isteyen insanların, kendini bilmek istemesi ve bunun bir sonucu olarak da canlılığını sorgulaması da hiç şaşırtıcı değildir.

Bilinmezden Bilime” koleksiyonunun bir parçası olarak yazdığım “İnsan Makinesi” adlı bu seride sizlerle yaşam kavramının temeline inecek, sorgulayacak ve keşfedeceğiz. Bu seri, yaşamın kökeni üzerine kendi düşüncelerimi, geçmişten bugüne değin bu alanda süregelen teorileri ve çalışmaların mantığını ihtiva eder.

İlk bölümde sizlere ilk başta bir düşünce deneyi sunacağım ve ardından da Antik Yunan’a bir yolculuğa çıkacağız.

Keyifli okumalar.

   

1.1: Canlılık Ayırımı


Herhalde dolapta sakladığınız reçelin cansız, kendinizin ise canlı olduğuna inancınız şüphe götürmeyecek derecededir. Sorgulamayı pek düşünmediğimiz bu durum, aslında pek çok önemli soruya kapı aralamaktadır.

İnsanların insan olmasını sağlayan hücrelerin temel yapıtaşları, aslına bakarsanız reçelin yapıtaşları ile aynıdır. Reçel ve insanı meydana getiren temel parçacıklar olan leptonlar, baryonlar ve mezonlar, günümüzden 14 milyar yıl öncesinde tek bir noktada yan yana bulunuyorlardı. Geçen zaman içerisinde meydana gelen olaylar, o yediğimiz lezzetli besinin reçel olmasını, bizim de insan olmamızı sağladı.

Öyleyse canlı ve cansız madde ayırımından söz edilebilir mi?

Bu garip durumun açıklaması, aslında yazımın en başına eklemiş olduğum vecizede saklıdır. Bir materyalizm savunucusu olan Fransız hekim ve doğa felsefecisi La Mettrie, “İnsan bedeni kendisini kuran bir makine, süreğen hareketin yaşayan bir resmidir.” derken oldukça enfes bir biçimde bu konuyu ele almıştır.

 

 

La Mettrie’nin yaşadığı dönemde henüz var olmadığı için bu soruya günümüzdeki akıllı teknolojinin durumu ile cevap verilemezdi ancak kendisinin ileri görüşlülüğü bu konuma çok yaklaşmıştır. Bunu anlamak için muazzam çaplara ulaşmış yapay zeka bilimini irdelememiz gerekiyor.

Güncel veriler, 1950’li yıllardan beri gelişen yapay zekanın, insan zekası karşılığındaki konumunun 2050’li yıllarda yapay zekanın insan zekasından üstünlüğü şeklinde değişeceğini öngörüyor.

 

 

Bu veriyle hareket ederek, gelin bir düşünce deneyi yapalım ve 2055 yılına gidelim. İnsan zekasına ulaşmış yapay zekaların, insanlardan ayırt edilemeyecek şekillere büründüğünü gördüğümüzde onlara “canlı” özelliği verebilecek miyiz? Kendi yarattığımız ve her parçasını belirli bir sistematik algoritmanın yönettiği bu sistemler ile bizim, yani insan makinesinin (L’homme Machine) ne farkı vardır?

Belki de gelecekte Yusuf İkbal Aldemir isimli bir yapay zeka, Flaps Club sitesi için yazdığı yazıda şöyle bir ifade kullanacak: “Efendilerimizi işe götürürken kullandığımız arabaların temeli ile bizim temelimiz aynı. Öyleyse canlı ve cansızlık ayırımından bahsedebilir miyiz?”

Nasıl ki yapay zeka, temel bileşimlerinin mekanik bir süreklilikle birleşmesinden ortaya çıkmış bir sistem ise; insanın, canlılığın ve hatta evrende var olan ilk hareketin de bu basit sistematiğin karmaşık ürünleri olduğunu söyleyebiliriz.

Bu ilk kısmı sizlere canlılık kavramı üzerine bir örnek ve temel bir düşünce deneyi olması açısından ekledim. Şimdi, binlerce yıl öncesine gidecek ve antik dönemdeki düşünce deneylerini ve çalışmaları inceleyeceğiz.

 

1.2: Ruh Kavramı


Ruh, antik medeniyetlerin anlam veremedikleri olayları tezahür etmek için kullandıkları, her medeniyetin kendi toplumsal yapı ve ihtiyaçlarına göre tasvir ettikleri bir olgudur. Güneşin doğmasının, yağmurun yağmasının, ağaçların meyve vermesinin ruh denilen varlıkların işi olduğu düşünülüyordu. En güçlü ruhlar da, kimi zaman tanrı olarak tapılmaya hak kazanıyordu.

İlk kısımda anlattığım canlılık ayırımını yapmayan ilk insanlar, şaşırtıcı bir biçimde ilkel dönemde bulunuyordu. Evrende var olan her maddenin ruha sahip olduğu görüşü, yani animizm (İtalyanca anima, yani ruh kelimesinden türemiştir) düşüncesine inanan bu insanlara göre her maddenin ruhu vardı ve insan da, ruhun maddeye bürünmüş hali idi.

Takdir edeceğiniz gibi, ölüm kavramına bu düşüncede yer yoktu. Zira ölümün ruhun bedenden ayrılarak Ölüler Ülkesi’ne gittiğine ve orada yaşamına devam ettiğine inanılıyordu. Bu sebeple ilkel kavimler ölülerine çok değer vermiştir.

Canlılık kavramından söz edilmesi ve canlı-cansız ayırımının yapılmasının, yüksek ihtimalle Antik Yunan döneminde ortaya çıktığı düşünülüyor. Yunan filozoflarının eserleri, özellikle Platon’un fikirleri ve Aristo’nun ruh ve beden çalışmalarını birleştirdiği “Ruh Üzerine” adlı eseri, bunun açık örneklerindendir.

Platon’a göre ruh ve madde birbirinden tamamiyle ayrıydı. Ruhun maddede bulunması, onun doğasına aykırı bir durumdu. Ölümlü beden, ölümsüz ruhu engelleyici bir konumda idi ve beden öldükten sonra ruh özgür kalıyordu.

Aristoteles ise Platon’dan oldukça farklı bir ruh anlayışı ortaya koymuştu. Ona göre ruh ve beden bir bütündü ve insan da ruhun ve bedenin birleşiminden oluşan bir “canlı” idi. Beden cansız bir madde, ruh ise onu biçimlendiren ve ona canlı niteliği kazandıran bir form idi.

 

 

Aristo’ya göre ruh 3 farklı parçaya ayrılıyordu. Bitkisel ruh, hayati fonksiyonları yönetiyordu. Hayvansal ruh, duyu organlarını yönetiyordu. Akılsal ruh ise, aklı kullanmayı ve düşünceyi sağlıyordu.

Bu tür düşünceler, vitalizm ya da diğer adıyla dirimselcilik görüşünün temelini oluşturuyordu. Canlıları kimilerinin ruh, kimilerinin ise yaşam enerjisi adı verdikleri bir gizemli kuvvetin yönettiğini ve bu yönüyle cansızlardan ayrıldıklarını belirten bu yaşam görüşü uzun müddet çoğu kimse tarafından kabul gördü. Halen de pek çok topluluk tarafından kabul edilmektedir.

 

1.3: Maddenin Özü Hakkındaki Düşünceler


Her ne kadar, antik dönemdeki doğa felsefesi ruhani varlıklarla temel almış olsa da, zamanına göre en bilimsel olanıydı. Bu dönemde 3 Miletli, yani Thales, Anaksimandros ve Anaksimenes ruhani boyuttaki doğa felsefesini nedensellik odaklı bilime götüren yolu açan ilk filozoflar oldular.

Thales, madde odaklı nedenselliği dile getiren ilk filozof olarak, suyun tüm maddelerin özü (kök-nedeni) olduğunu öne sürdü. Zira Thales, uzun yıllar Mısır’da bulunarak Nil Nehri’nin insanlar için kutsallığını görmüş ve suyun çeşitli hallere dönüşümünü öğrenmişti. Bu bağlamda Thales’e göre diğer tüm maddeler, suyun farklı biçemlerinden ibaretti.

Anaksimandros için Thales’in bu basit cevap yeterli olmamıştı.  Ona göre maddenin özünde Apeiron (sonsuzluk) vardı. Sonsuzluğun oluşması için de karşıt çiftlerin çarpışması gerekiyordu ve bu çiftler de ateş ve su idi.

 

İlk madde yalnız sonsuz değildir, sonsuz olandır da. Çünkü ona daha yakın olan başka bir belirlenim yüklenemez.

Anaksimandros

Heraklitos maddenin özünün dinamik, değişken bir formda olması gerektiğini söylemiş, buna en uygun olanın da ateş olduğunu düşünmüştü.

Empedokles ise maddenin temelinde diğer filozoflar gibi tek bir öz değil, birden fazla özün olduğunu düşünmüş, bunların da ateş, su, hava ve toprak (tahta yok) olduğunu belirtmişti. Empedokles’e göre bu elementlerin madde çeşitlerini oluşturmasını sağlayan temel kuvvetler sevgi ve nefretti.

 

 

Aristoteles, kendinden önceki dönemlerde ortaya atılan bu fikirleri incelemiş, madde ve ruhun yapısı konularında Fizik ve Ruh Üzerine gibi döneminin en bilimsel temelli yayınlarını oluşturmuştur. Empedokles’in dört temel element kuramını geliştirmiş, temel elementlerin evrendeki dört temel özellik etrafında maddeleri meydana getirdiğini belirtmiştir. Bu dört özellik sıcaklık, soğukluk, ıslaklık ve kuruluktu. Ateş sıcak ve kuru, toprak soğuk ve kuru, su soğuk ve ıslak, hava sıcak ve ıslak özellik göstermekteydi.

 

1.4: Atom


Güneşli bir yaz gününde, sabahın erken saatlerinde uyandığınızda pencereden içeri süzülen ışığın görünmez toz zerreciklerinin büyük karmaşasını gözler önüne serdiğini fark edebilirsiniz. Birbirlerine büyük bir hızla çarparak hareket eden toz zerrecikleri, modern çağda bizim için pek bir anlam ifade etmese de, Antik Yunan’da Demokritos için büyük bir fikrin ilham kaynağı olmuştu.

Pisagor’un maddenin temelinde matematiksel düzenliliklerin olduğu fikri ve toz zerreciklerinin çarpışması gözlemi, Demokritos’un maddenin özü kavramını yeniden tasarlamasına yol açtı. Ona göre madde sonsuza kadar bölünemez değildi, atomus yani bölünemeyen adını verdiği temel parçacıklara sahipti. Bir şeyi kesmeniz için boşluklardan oluşması gerekirdi, çünkü atomlar boşluklar ile sarılıydı. Fakat bu boşluğun bir sınırı vardı, artık kesecek bir boşluk bulamadığınız zaman atoma, yani bölünemeyen parçaya ulaşmış olurdunuz.

Demokritos’a göre atomların hareketinde ve çarpışmasında bir zorunluluk vardı, matematiksel bir düzen mevcuttu. Nasıl ki bir kayayı yüksekten yere bıraktığınız zaman yere düşeceğini biliyorsanız, atomların hareketlerini hesaplayarak evrendeki her olayın yerini ve zamanını da bilebilirdiniz. Bu da determinizm görüşünün ilk savlarından birisi olmuştur.

 

 

Demokritos’tan sonra sahneye çıkan Epiküros, Demokritos’un atomculuk görüşlerini benimsemiş ancak determinist sisteme inanmamıştı. Ona göre insan, irade ve seçme özgürlüğüne sahipti. Bu sebeple “sapma” adını verdiği bir düşünce ortaya atmıştı. Buna göre atomların çarpışmasında belli bir sapma oranı mevcuttu ve bu sapma oranı asla önceden bilinemezdi. Dolayısıyla da evren determinist olamazdı. Bu görüşün ana hatları açısından doğruluğu 2000 yıl kadar sonrasında Heisenberg tarafından da onaylanacaktır.

Epiküros ve Demokritos, tanrı ve ruhlar da dahil olmak üzere tüm varlıkların atomlardan oluştuğu fikrinde hemfikirlerdi. Ruh ve tanrıların atomları normal atomlardan daha farklıydı, işlevleri ve yapısı normal atomlara göre daha kuvvetliydi. Garip olan şey ise şuydu, tanrı bile olsanız atomculuğa göre mutlaka bir gün atomlarınızın dağılması ile ölecektiniz.

Atomculuğa göre canlı varlıkları cansız varlıklardan ayıran yegane etmen, canlı varlıklarda ruh atomlarının da bulunması idi. Ruh atomları düşünme, akıl yürütme ve anlamlandırma işlevi görüyordu. Aynı zamanda normal atomlardan daha hafiftiler ve daha hızlı hareket ediyorlardı. Bu sebeple canlı beden cansız maddelerden daha sıcak haldeydi. İnsan ölümünden sonra ise ruh atomlarının herhangi bir değeri kalmıyordu, ruh yaşamaya devam edemiyordu çünkü artık yaşayacak bir bedene sahip değildi.

Antik Yunan’ın doğa felsefesindeki otoritesi tartışılmaz olan Aristoteles, madde ve ruh alanında döneminin en bilimsel yayınlarını yapmış olmasına karşın, atomculuk görüşüne karşı çıkmış ve ruhun atomlardan oluşamayacağı fikrini savunmuştu.

Epiküros’un atomculuk felsefesi, hareketi atomların gelişigüzel çarpışmalarının bir sonucu olarak görüyordu. Ancak Aristo, hareketin ancak bir ruh sayesinde meydana gelebileceği fikrindeydi ve her hareketin bir amaca sahip olduğunu düşünüyordu. Bir kayayı yukarıdan aşağıya bıraktığınız zaman yere düşmesinin sebebinin, kayanın yere kavuşmak istemesi gibi, her hareketin bir amaca sahip olduğu fikrini savunuyordu.

 

Ruh yaşamın özüdür.

Aristoteles

Hristiyanlık öncesi dönemde ortaya çıkan ve uzun yıllar canlılık kavramını açıklayan üç ana görüş vardır. Bunlar her maddenin canlı olduğunu ve ruha sahip olduğunu söyleyen anamizm, yalnızca ruha sahip olanların canlı olduğunu söyleyen vitalizm (dirimselcilik) ve ruhu da maddeyi en temel parçacıklar olan atomların matematiksel bütünlüğü ile açıklayan atomculuk.

Aristo’nun eserleri, döneminin en bilimsel eserleridir, ancak ruhun yapısı ve temeli konusunda pek çok soruya cevap bulamamaktadır. Atomculuk ise materyalist nedenselliği ortaya atmış ancak büyüme ve ürüme gibi olayları açıklayamamıştır. Bunlara rağmen elbette Antik Yunan’ın bilim ve felsefeye yaptığı muazzam katkı barizdir.

Bu ilk kısımda canlı-cansız ayırımı üzerine bir düşünce deneyi gerçekleştirdik ve antik dönemdeki düşünceleri ve çalışmaları inceledik. İkinci kısımda, Orta Çağ ve Rönesans’a uzanacak ve bu sefer elimizdeki bilimsel bulguları daha teknik detayları ile inceleyeceğiz.

 

İkinci kısımda görüşmek üzere,

Bilimle kalın!

 

Kaynakça:


Hoffmann, Peter M. Yaşamın Kökeni, Say Yayınları, 2016.

Hawking, Stephen. Zamanın Kısa Tarihi, Alfa Yayınları, 2016.

Heisenberg, Werner. Fizik ve Felsefe, Belge Yayınları, 2003.